Türkiye  için 21. yüzyılın ikinci on yılı, ilk on yıllık dilimin devamı olmayacağının sinyallerini "Gezi Parkı Direnişi" ile verdi. Muhalefet cephesindeki boşaltılma nedeniyle, "toplumsal siniş" olarak algılananın aslında "toplumsal birikim"; tortulananın da "korku" yerine, "tepki" olduğunu ortaya koydu. İktidarın kapsama alanının boşaltıldığı zannedilen muhalefet alanını içermediği, hatta tüm baskılara karşın, toplumsal muhalefetin hiç de cılız olmadığı artık yadsınamaz bir gerçek. Hatta,  "bertaraf" olmama adına iktidardan yana tarafmış gibi görünen oyuncular toplumsal birikimin şiddeti ile öylesine sarsıldılar ki,  yüzlerindeki şirinlik boyalarını akıttılar ve şimdi yeniden güçlenen baskı ortamında aynı boyayı nasıl sürüneceklerinin telaşı içine girdiler. Oysa hesaplar yeni baştan yapılırken, iktidarda olanın gücü ile iktidarda olmanın gücü arasındaki ayrım iyi gözetilmeli. Gücünü kendisinden alan iktidarların iktidar gücünü kullanmalarına, baskı yönetmeleri ile toplumu kontrol altına almalarına gerek yoktur. Türkiye'nin Gezi olayları sonrasında yeni bir baskı dalgası içine sürüklenmiş olması, toplumda biriken tepkiyi örtmeye yetmeyecektir.

İçinden geçtiğimiz zaman diliminin ruhunu analiz etmeye kalkışanlar; önceki ruhsuz on yıllık sürecin aksine, içinden geçtiğimiz süreci direniş ruhu ile yazacaklar. Toplumsal alanın "demokrasi birikimi", iktidarda toplaşan ve biçimlenen siyasetin dayattığı "kullan at kılıflı demokrasi anlayışı" ile uyuşmuyor.

Özellikle demokrasinin kurumsallaşmadığı toplumlara zorla giydirilmeye çalışılan ve 21. yüzyılda ters yüz edilen "demokrasi", "özgürlük", "insan hakları" gibi içleri boşaltılarak, iktidar odaklı biçimi ile yeniden üretilen kavramlara giderek yabancılaşıyoruz. Öyle ki; demokrasinin ne olduğunu bilmeyenler bile, uygulananın demokrasi olmadığını anlayabiliyorlar.

Türkiye de, içinde bulunduğu coğrafyanın diğer ülkeleri gibi bu ucubeleşen "demokrasi" parantezinin içine çekilerek, önceki birikimlerinin boşaltıldığı süreci yaşıyor. Gezi olaylarına bu gözlüğü takarak bakarsak, baskıcılığı artan iktidara karşın,  özgürlüklere yığılmakta kararlı ve ısrarlı toplumu görebiliriz.

Gezi direnişi sonrasında toplumun istek ve beklentileri değerlendirilerek Türkiye'nin önceliklerinin değişmiş olması gerekirdi. Önceliğin anayasa olmadığı gerçeği ortaya çıktı. Toplumun hiçbir kesiti bugünkü Meclis'e taksit taksit anayasa yapma vizesi vermedi. Kaldı ki, yine bu olaylar ortaya koydu ki, Türkiye'nin önündeki en önemli sorunun adı "adalet"tir. Başka bir deyişle gönderilen hukukun yerini çıkarılan yasalar dolduramamakta, kamu vicdanı her geçen gün biraz daha kanamaktadır. Gezi direnişi esnasında uygulanan orantısız güç kadar, sonrasındaki tutuklamalarla yaşananlar "geciken adalet" sorununu yeniden gündeme taşımıştır. Öyle ki; tutuklanan bayrak satıcısı vatandaşın "Geç gelen adalet, adalet değildir; delillerden suçlulara değil de, suçlulardan (suçlananlardan) delile gitmeye çabalıyorlar... Türkiye'de adalet diye bir şey kalmamış" deyişi, sürecin çarpıcı bir özetidir ve ders niteliğindedir.

"Hukukun, dolayısı ile adaletin gönderildiği zeminde nasıl bir anayasa gelecek?" sorusunu sıkça sormamız gereken bu günler,   "Çan dörtten fazla çalınınca kim ölmüştür?" başlıklı yazımızdaki kısa öyküyü anımsattı. Okumayan ya da unutanlar için bir kez daha paylaşalım: "Çok eski yıllarda krallıkla yönetilen bir ülkede hukuk ve hakimler de varmış. Törelere göre, bir yurttaş öldüğünde, kent merkezindeki çan bir kez çalınır, uzun uzun yankılanırmış. Eşraftan birisi ölünce iki kez, devlet adamı ölünce üç kez çalınırmış. Ya kral?.. Kral öldüğünde çan dört kez çalınırmış. Gel zaman, git zaman, kentte bir olay olmuş ve mahkemeye intikal etmiş. Davanın sanığı olarak mahkemeye çıkarılan kişinin masumiyetini tüm yurttaşlar biliyorlarmış. Bir formalite olarak görülen ve beraat beklenen davadan sürpriz bir karar çıkmış ve sanık para cezasına mahkum olmuş. Hakim sanığa 'Bir diyeceğin var mı?..' diye sormuş. Sanık 'Hayır' demiş. Mahkeme sona ermiş, beyinlerindeki kaygı ile dinleyiciler dağılmış. Kısa bir süre sonra dev çanın sesi duyulmuş. 'Acaba kim öldü?' Çan bir kez daha çalmış: 'Eşraftan biri öldü.' Kent çan sesi ile bir kez daha inlemiş: 'Devlet adamı öldü, acaba kim?..' Çan bir kez daha çalmış, yeri göğü inleterek... Herkeste bir feryat: 'Eyvah!.. Kralımız öldü!..' Ancak törede görülmemiş şekilde çan, beş, altı kez çalınmış, yer gök inlemiş ve sesler kesilmiş. Herkes bunun ne anlama geldiğini öğrenmek için çan görevlisine koşmuş. Çanı, haksız yere mahkum edilen adam çalmaktaymış. Sormuşlar: 'Çanı defalarca çalmak ne demek? Kraldan daha büyük birisi mi öldü?' Yanıt şaşırtıcı ve anlamlıdır: Evet, adalet öldü!.."