Başlığın Türkçesi, "eski rejim". Fransa'da 1515'ten başlatılan ve 1789 Fransız Devrimi sonrasında Ulusal Meclis'in kurulup, Fransız monarşisinin ve kraliyete bağlı ayrıcalıkların kaldırıldığı döneme kadar uygulanan yönetime verilen isim. İhtilal sonrasında Fransa sancılar yaşadı. Cumhuriyeti kurmak ve yerleştirmek kolay olmadı. Cumhuriyet rejimini oturtuncaya dek 5 kez anayasa yaptı. Sedece siyasal değil, ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşüm yaşadı ve doğal sayılan eşitsizlikler ve ayrıcalıkları ortadan kaldıran hukuk sistemini kurumsallaştırabildi. Krallığın yüksek kanunları ile Katolikliğin katı uygulamalarından, laiklik ve bunu 1800'lü yılların ilk yarısında çıkardıkları eğitim yasaları ile sağlamlaştırmaları sayesinde uzaklaşabildiler. Devrim sonrası siyasal akımlarından "nasyonalizm", sadece Fransa'nın değil, Avrupa'da pek çok devletin kopuk halklar düzeninden, bütünleştirici milli devlet düzenine geçiş sürecinin tetikleyicisi oldu.
Bugün Fransa, güçlü bir ulus devlet. Ve 1958 Anayasası ile kurumsallaştırdığı, zamanla yerleşerek güçlenen bir hukuk devleti anlayışına sahip. Fransızlar için Krallık süreci "eski rejim" olarak geride kaldı.

Türkiye'nin Osmanlı mirasına da bu gözle bakılması gerekiyor. Bizdeki padişahlık rejiminin sonunu getiren devrim değil aslında. Osmanlı İmparatorluğu'nun zaman içinde gücünü yitirmesi ve kuşatılmış son topraklarda verilen kurtuluş mücadelesinden sonra, savaşın galibi kadronun başında olan Mustafa Kemal Atatürk'ün, konjonktürü doğru okuyarak giderek güç yitiren devleti yeniden ayağa kaldıracak bir rejim öngörerek, bunu bir dizi devrimle yaşama geçirmesi.
16. yüzyılda belirginleşmeye başlayan ve asıl etkisini 18. ve 19. yüzyılda gösteren egemen olanla iktidar olanın ayrışması tartışmalarının, kitleleri siyaset sahnesine çeken gelişmelerin yaşanması ile kurumsal karşılıklarını bulması, önce Meclis'lerin, sonra siyasal partilerin ortaya çıkması, tanrısal yetkilerle donatılmış tek kişi yönetimlerinin sonunu getirip, yönetimin yeryüzü olgusu olduğu ve yönetilenlerin kaderlerini tek kişiye teslim etmek yerine, kendileri ile ilgili kararları çeşitli organlara pay ederek kullanacakları yönetim anlayışlarını ortaya çıkardı. İlk meclisler, Meclis hükümeti sistemi üzerine kuruludur. Yetkiler Meclis'te belirip toplanır, ancak zamanla bir şekilde Meclis'e hakim olacak bir güç ile Meclis'in de toplumun iradesini yansıtamayabileceği anlaşıldığından onu da frenleyen kurumlar oluşturulup, gelinen en son aşama tüm kurumların hukukla bağlanması olmuştur.

Bu kısa açıklama şunun için. Türkiye'de de Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulan ilk Meclis, yetkilerin ulus adına belirip toplandığı kurum. 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu da Meclis Hükümeti sistemini getirdi. Ancak, Cumhuriyet'in ilanının hemen ardından yine meclisçe yapılan 1924 Anayasası ile Meclis Hükümeti sisteminden parlamenter sisteme geçişin adımları atıldı. Şimdi birileri çıkıp, tek parti sürecindeki uygulamalara işaret ederek, önümüzdeki anayasa değişikliği ile getirilmek istenen sistem ile bu süreç arasında bağ kurmaya çalışmakta. Cumhuriyet'le gelen rejimi "vesayet" kavramı ile açıklayanlar da var.

İlerlemek isteyen toplumlar, sürekli geçmişleri ile yüzleşip, kurumlarını geriye doğru kasmazlar. Fransa, devrim sonrasında aşamalarla kurumsallaştırdığı demokrasiyi, hukuk devleti ile güçlendirdi. Şimdi bunun gerisine gitmeyi değil, hukuku yurttaş haklarını geliştirerek ve sistemi koruyan kurumları çalıştırarak güçlenebilir ve bunu yapmakta.

Türkiye'de devleti kuran temel felsefe, laik Cumhuriyettir. Ve bu felsefe sayesinde 1945'in koşullarında çoğulcu sisteme geçiş yapılabilmişizdir. Şimdi, hem bizim "eski rejim"e tekabül eden Osmanlı yönetim anlayışı, hem de tek partili süreç geri dönülmezimiz olmalıdır. Darbeler sürecini eleştirmek ve o süreçlerin vesayet anlayışına karşı olmak ayrı, zaman içinde öyle ya da böyle sahip olduğumuz kurumlara sahip çıkmak ayrıdır. 1961 Anayasası ile hukuk devleti anlayışını kurumsallaştırdık. 1982 Anayasası'nda eleştirilen özgürlükleri daraltan anlayışıydı. Şimdi konuşulması gereken, özgürlüklerin toplum lehine nasıl geliştirilebileceği olmalıydı. Bunu özellikle, Cumhuriyet'i "vesayetçi" tanımlaması ile eleştirenlere yanıt olarak yazıyorum. Böyle bir eleştirisi olanların bugün vesayeti tek kişinin kontrolünde güçlendiren değişiklikleri savunuyor olmaları da çok yaman bir çelişki.

Evet ve hayır arasında bıçak sırtında toplaştığımız bu süreç, hem üzüntü, hem de kaygıyı giderek arttıyor. Yeniden sözleşme diye nitelendirebileceğimiz süreci kontrol edenler giderek sertleşirlerken, kendilerini bulundukları yere getirenin o vesayetçi diye eleştirdikleri sistem içinde bedellerle biriken demokrasi anlayışı sayesinde olduğunu unutmaktalar. Evet etrafında rıza göstermemiz istenen dönüşüm ile özgürlüklerimizin gelmemecesine gideceğine ilişkin kanıya sahip olanların bu kanısını güçlendirecek gelişmeler yaşanıyor.
Kararsızlar, "hayır" üzerine yığılan tonlarca baskıya bakarak, serbestçe dolaşan ve her geçen gün ayrıcalıklarla donatılan "evet"e mesafe koymaya başladılar. Kesin "evet" diyenlerde de tereddüt edenler çoğalmakta. "Hayır" diyenlere yakıştırılan, terörle ilişkili sözcükler, yaşamı boyunca bu kesitlere mesafeli olup, sadece parlamenter sistem üzerinde ısrarlı olanları "evet"çi yapmak yerine, bu kanılarını pekiştiriyor.

Ne yapmalıyız? Doğru olan parlamenter sistemi ve hukuk devletini güçlendirerek, demokrasi yolculuğunu, yurttaşların özgürlüklerinin güvencesi olacak güçlü bir Meclis'le sürdürmekti. Türkiye, Meclis çoğunluğu sayesinde ve devletin en güçlü kurumlarında yer tutan AKP iktidarının, ulusa ait ve Meclis'te beliren egemenlik yetkisinin, yine ulus marifeti ile iktidarı temsil edecek tek kişiye devredildiği  yönetim anlayışı tercihini öyle ya da böyle kabul ettirme gayretine ve bunun getirdiği baskı ortamına itildi. Aklı olan herkes bunu görüyor.

Hiç kimse dört beş kolonlu evinin kolonlarını yıkıp, tek bir kolona dayanan bir binada oturmak istemez. Önceki yapının daha güçlü olduğunu bilir. Türkiye'de devlet yetkilerini kullanan organların ayrılması ve bunların her birinin yetki ve sorumluluklarının tanımlanmış olması, devletin ve dolayısı ile hukukun gücünün göstergesidir. Önceki gücümüzden daha zayıf bir yapı ortaya koyacağız; çünkü tek kişiyi güçlendirmek, devleti güçlendirmek anlamına gelmiyor.  
Evet ve hayır, her ikisi de serbest bırakılıp, kişilerin adı ve partiler konu edilmeden, sadece asıl oylamanın yapıldığı temel konuya odaklanmalı ve birbirimize hasım muamelesi yapmayı bırakmalıyız. Burada oylanan, parlamenter rejimin tarihe karıştırılmasıdır. Yerine gelenin ne olduğu konusu net değil, esinlendiği söylenilen rejimlerden çok farklı ve zorlama adı bile tuhaf; Cumhurbaşkanlığı rejimi!... Tek belli olan tekçi bir rejime gidiyor olduğumuz. "Hayır" diyenlerin büyük çoğunluğu, partilerde tek seçiciye, parti başkanı sultasına karşı olanlar. Şimdi, bırakın parti üzerinde sultayı, partisi aracılığı ile partisinin dışında da sultaya sahip olacak bir güçten söz edilirken, bu kesitin "evet" demesi mümkün mü?

"Hayır" üzerinde giderek artan baskı sonrasında ortaya çıkacak olan sonucun meşruluğunun tartışmalarının önlenmesi süreci de ayrı bir sıkıntı olacak gibi. Bu da, "evet" cephesindekileri kaygılandırarak "hayır"a yaklaştırmakta. "Evet"çilerin hepsi de konuyu kavramış değil, bazıları korkusunu itiraf ediyor. Bir üst yönetici, düşüncesini açıklamaktan korktuğunu şu sözlerle anlatıyor: "hepimiz olanı biteni görüyoruz, hepimizin aklı var çok şükür, bir şey dememiz gerekmiyor". Bazılarının diyeceğini demenin yolu kendini sansürden geçiyor. Rengini belli edene baskı nedeniyle içine kaçık ama hayır demekte kararlı kesimi hiçbir anket açığa çıkaramaz. Bu yüzden anketlerin hiç birisi inandırıcı olamaz. Demem o ki, özgür olmayan ortamda anketler, toplumu ikna aracı olmanın ötesine geçemezler.
Tek kişi yönetimlerinden çoğulcu sistemlere geçiş hiç kolay olmadı, bizde, tek kişi hepimizin özgürlükle tanışacağımız yolu açtı. Atatürk, bu nedenle Türk tarihinde hep altın harflerle anılacaktır. Hele biz kadınlar, sosyal ve ekonomik anlamda eşit yurttaş olmamızın, ailede, toplumda hak ettiğimiz yeri belirleyen (tam da bu günlerde 91. Yıl dönümünü idrak ettiğimiz) Medeni Kanun için ayrıca şükran duymalıyız.

Vesayetçi dedikleri sistem sayesinde bu satırları yazacak bilgi donanımına sahip olabilmiş birisi olarak, bundan sonra gelecek sistemdeki yerimizden haklı olarak kaygı duymaktayım. Ve Meclis'in kendisinin yetkilerini feshetmesi anlamına gelen değişiklikleri onaylaması, bizlerin de onaylamamız için karine değildir. Bu geniş yetkilerin kime verileceğinin bir önemi yok. Kesin olarak bana verilecek olsa bile, "hayır" diyeceğimden eminim. Hukuka, demokrasiye, çoğulculuğa, farklı düşünceye yakın olan ben, bu kadar geniş yetkilerle sistemde edineceğim yeri istemem. Bu süreçte tartışılması gereken, eski rejim ve Cumhuriyet devrimi sonrası tek partili süreç değil. Bundan böyle getirilmek istenen rejimin önceki yapıdan farklarının ne olacağı? En önemli soru: Bugün üzerimizde hissettiğimiz baskı artarak devam edecek mi? Geleceğimizden kaygı duymadan yaşayabilecek miyiz?

Bırakınız eğitimlileri, inanın günlerinin çoğunu evinde geçiren ve TV'deki abuk sabuk yayımlarla oyalandıkları zannedilen ev kadınlarımız bile bu kaygıyı taşıyor. Gençler, 18 yaş ile getirilen temsil edilme konusuna mesafeli. Hatta açıkça karşı olan gençler var ve "kimlerin çocukları getirilecek?" sorusunu yöneltiyor. Toplumun fısıltılarını açığa çıkaracak bir özgür ortam yaratılarak sandığa gitmek daha sağlıklı olacak. "Hayır" üzerindeki ipotek kaldırılarak toplumun daha fazla gerilmesinin önüne geçilmeli. Terörle ilişkili kimselerin vebali, aklı ile "hayır" diyenlere ödetilerek, terörle yaşatılan mağduriyetler katlanmamalı. İktidar ve muhalefet, herkes öncelikle buna yoğunlaşmalı.
"Evet" diyen ve tüm kanallardan seslenme ayrıcalığı bulan belli isimler, serbest propagandalarının aynen "hayır" için de sağlanması için bir çaba gösterirlerse daha inandırıcı olacaklar!... Sandık öncesi, önce toplumun giderek artan kaygılarının giderilmesi gerekiyor. "İktidar şimdiden tokmak olursa, geniş yetkilerle ne olacak?" kaygısı her geçen gün daha öne çıkıyor. "Evet" diyenlerin kayırılıp, "hayır" diyenler, ya da diyeceği düşünülenlerin cezalandırıldıkları örnekler daha fazla çoğaltılmamalı. Mağdur edilenlerin hakları iade edilmeli. Türkiye'nin sandık öncesi rehabilitasyona acil ihtiyacı var.
Farklı görüşlere tahammül eşiğinin korunması hepimizin ama en çok iktidarın görevi.