Şimdi hepimizin tek tek kendi aklımız var. Herkes en iyisini kendisi biliyor, kendisi gibi bilmeyene had bildirip fena giydiriyor.

             
Önceleri yazar az, okur çoktu. Şimdi neredeyse herkes yazar ve herkes kendisini okumaktan çok haz alıyor. Kendi gibi düşünmeyene hakaret etme hakkı bulacak kadar fütursuz ve farklı görüşe tahammülsüz!...
             
Şimdi Meclis'te AKP'nin ilk geldiği döneme kıyasla daha çok parti temsil (!) ediliyor; ama artık çok seslilik (çoğulculuk) yok. Her yerden duyu(ru)lan tek sesin kapsayıcılığına karşı, direnenlerin alanları çok kısıtlı. Tek ses istediği her şeyi söylemekte özgür ama karşı sesler, kendilerine sansür uygulamak zorunda. Uygulamayanların hali ortada!...
        
Sadece döviz değil dalgalanmalarla sörf yapan; yaşamımızdaki belirsizlikler, kaygılarla kendimizi boşlukta kayar gibi ve güvencesiz hissediyoruz. Yarın kocaman bir soru işareti, plan ve program yok. Anlık yaşıyoruz. Tıpkı ülkenin yönetimsel biçimi gibi. Anlık kararlarla yönetiliyoruz. Plan, program, yerini geçici çözümlere bıraktı. İşi ehil ellere verin diyen sesler yok değil, ama onlar boğulup gidiyor.
         
Geç bile kalındı muhasebe yapılmakta. En büyük kayıp yetişmiş insan israfımız.
          
Herkes her şeyden anlar, herkes her işi yapar süreci bu!... Yeter ki iktidardan yana dursun...
          
Liyakat de neymiş? Hakkaniyet?!.. Akraba, yakın, yandaşı koruyup kollamanın ön aldığı bir düzlemi sineye çekip, pişkin yüz ifadesi ile mutlu pozlar ve sözlerle destekler gibi yaparak gemisini yüzdürmeye çalışanlarla örtülemeyecek kadar açık durumumuz.
         
Yanlışlara dur diyecek güç bırakmayacak bir kuşatılmışlık hali bu. Bir şekilde edilgenleş(tiril)iyor itiraz gücü olan kişi ve kurumlar.
          
En büyük kaybımız ortak aklı ürettiğimiz alanlar. Şimdi tek tek birbirine çatarak çıkış arayan dağınık akıldan söz ediyorum. Dağıtıldıkça tek karar alıcıya yer açan ama kendisinin bıraktığı boşluğun hala farkında bile olmayanlarla, Türkiye'nin demokrasi çabasında ön almış kurumları diriltecek "ortak akıl" için kolları sıvamakta gecikiyoruz.
         
Yetki alanı çok geniş ama sorumluluk alanı bu genişlikle orantılı olmayan, hatta bazen yok çizgisinde olan yönetim anlayışı ile kurumsallık yerini kişiselliğe bırakır zaman içinde. Devlet denilen temel yapının en büyük gücüdür kurumsal birikim. Ne kadar yerleşmiş kurumunuz varsa, o kadar güçlüsünüz demektir. Kurumları alaşağı edip, en yetkin kişiyi de getirseniz güçlü olamazsınız.
          
ABD ile yaşadığımız krize bakarak, Türkiye'nin gücünü Trump üzerinden sınamak doğru değil. Çünkü Trump Amerika değil. Bir çirkin yüz olarak ülkesinin tarihinde yer alacak ve iyi anımsanmayacak. Oval ofis skandalına karşın Clinton'a hala sempati duyar Amerikalılar ve başarılı olduğunu düşünürler. Amerika'nın gücü yerleşik demokrasisidir; Trump geçici güçsüzlüğüdür. Ve onu aşacak gücü, güçlü yerleşik kurumları var Amerika'nın.
          
Türkiye'nin en büyük gücü kuvvetler ayrılığı esasına dayalı parlamenter rejimiydi. Başkancı modeli test etmeye gerek yoktu, bugün yakınılan sorunları tahmin etmek için.  
         
Kültürümüzdeki baş olma ve baştakine yanaşarak iş görme alışkanlığını tersine çevirmek gerekirken pekiştirerek, yaranmacılıkla yer bulma ve yerini koruma alanı genişletildi. Eleştiriyi çok seven ama bunu oturduğu yerde yakınarak yapan kültürümüz ile artık tamamen korunma altına alınan tekçi yönetimi eleştiremez olunca; nalıncı keseri gibi kendini yontan bir muhalefet alanı kaldı geriye. Böyle sürerse örgütlü muhalefette uydulaşmanın kalıcılaşacağı vahim bir durumdan söz ediyorum. Saflar sıkılaşacağına, yeni saf arayışları ile bölünmelerin çoğaltılmaya çalışıldığı bir zemin, süreğenleşen kurumsal kayıplara yenilerini eklemekten öte olamaz.
           
Kültürü yok sayarak analiz yapmak bizi sağlıklı sonuçlara götürmez. Anlık tepkiler ve geçici çözümlerle, çözümsüzlüğe saplanıp kalmanın bir örneği, İstanbul'a yerleştirilen konteynerler. 17 Ağustos depremi sonrasında, İstanbul'da toplanma alanı olarak tanımlanan yerlerin dörtte üçünün imara açıldığı doğru ise eğer, çok vahim. Yine kente yerleştirilen ve içinde yardım malzemeleri olan konteynerlerin inşaat yapılan alanlardan kaldırıldığı, hala var olanların ise yıllarca kilidinin hiç açılmadığı haberleri düştü gündeme. Bu geçiştirilecek bir konu değil. Toplanma alanları tanımına giren yerlere inşaat izni nasıl, kimlerce verildi? Yok olan konteynerler nerede? Var olanların anahtarları ve kontrolü kimde?
           
On binlerce yurttaşımızı kaybettiğimiz büyük depremin yaraları sarılır, geride kalanlara acısı katlanılır gibi değil. O büyük depremin ardından siyasal deprem ile de sarsılan Türkiye hala toparlanamadı. Önlem olarak düşünülen ve girişilen çabaların arkasının gelmediği hatta yapılanlara sahip çıkılamadığını öğrenmek iç acıtıcı. Bu demektir ki; deprem önleminden bile rant çıkarabilmiş bir kesit var. Siyaset bitti; siyasal diye tanımlanan arenada yer bulan kurumlar aracılığı ile üretilen rant kaldı geriye.
            
Şimdi de papaz soslu döviz depremi ile sarsılıyoruz!... Başka ülkede olsa, hem ekonomi hem de dış politika yönetiminin faturası hükümete çıkarılır, hükümet istifa ederdi. Türkiye'de hükümet yok. Hesap sorulabilecek muhatap yok. Aynı gemideyiz seslenişi ile batış sinyalleri ve sürekli direktif veren, tehdit eden bir yönetim anlayışı var.
            
Türkiye'de kurumlar tanınmaz hale getirildikten sonra, hepimiz aynı gemide batıyorsak; önceliğimiz fabrika ayarlarımıza geri dönmek olmalı değil mi?!... Bizi krize sürükleyen hatada ısrar niye?
           
Yurttaşların kemerleri sıkılsın isteniyorsa, önce vekillerden başlanmalı. Vekil maaşları için, asgari ücretin dört katını geçemez gibi bir kural getirilirse, vekiller maaşlarında düzenleme yaptıkça asgari ücretlinin yaşam koşulları iyileşebilir. Yine vekillere iki yılda emeklilik hakkı verilmesi, her ne kadar yaş koşulu ve geriye dönük ödeme zorunluluğu da olsa, sonuçta büyük bir ayrıcalıktır. Bu tür ayrıcalıklar ayıklanmalı, vekilliği "milli görev" kabul ederek tüm ayrıcalıkları reddedecekler yapmalıdır.
          
Bir yerden başlanacaksa, yönetim kademesinden başlanmalı, geminin batmasının önlenmesi çabalarına. 600 kişi bizim gibi giderek yoksullaşan ülke için çok fazla; yarıya indirip, gönüllü çalışacaklardan oluşacak bir Meclis yeterli. Hiç kimse makam aracında doğmadı. Makam araçlarının bir köşeye çekilip, dinlenmeye alınmasına ses etmeyeceklerdir. 300 odalı olduğu söylenen yazlık saray inşaatına artık gerek kalmadı. Ülkeyi yönetenlerin de tıpkı yurttaşlar gibi, tesislerde tatil yapması, moral açısından topluma da iyi gelecek, tasarruf için iyi bir örnek olacaktır.
          
Kendimizi aynı gemide hissetmemiz ve milli felaketlere ihtiyaç kalmayacak birliktelik inşası için, "eski" diye karalanmaya çalışılan Türkiye'ye bakmak yeterli. Yeni denilen Türkiye, dış kuşatma ile Ortadoğu'nun bataklığına her gün biraz daha fazla itilen görüntü veriyor. Etrafa saçılan tuğlaları toplayıp, yeniden inşaya girişmezsek, o bataklık bizi iyice içine çekecek. Hani, "açılım", "çözüm süreci" için akil insanlar toplanmış ve yurdun her bir yanına gönderilmişlerdi ya!... (Onlar unutuldu, yakar top CHP'nin sahasına atıldı...) Şimdi ekonomik krizden çıkmak için, bir araya toplanacak "akil" değil, "birikimli" uzman kişilere gereksinim var. Türkiye'nin birikmiş aklından bugün yararlanmayacaksak ne zaman yararlanacağız?
           
Dış politikada da; Davutoğlu sürecinin süregelen olumsuz etkilerinin dışına taşıyacak, ABD'yi Trump ile özdeşleştirmeyecek ehil ellere gereksinim var.  Öfke, hiçbir alanda kazandıran bir duygu olamaz. Dış politikada ise  hiç yeri yoktur. Dış ilişkiler duygu ile yürütülemez. Akıl ve bilginin birikimi kadar güçlüsünüzdür dış ilişkilerinizde. Anlık tepkilerle bumerang etkisi ile karşılaşmak yerine, strateji ve zamanlama ile kazanç hanenizi güçlendirebilirsiniz.
          
Kayıplar hanesi hayli kabarık olan Türkiye'nin daha fazlasını kaldıracak gücünün olup olmadığını test etmenin eşiğini aştık. Ana muhalefet kendi iç hesaplaşmasından bir an önce sıyrılıp, gölge kabine kurmalı ve birikimli elemanları ile uyarı görevini yerine getirmeli. Kimlerin bir gecede döviz satıp, parasını katladığı sorusu önemsiz değil elbette ama  daha yaşamsal soru(n)ları var ülkemizin. Türkiye her alanda kıskacın içine itilen ülke görünümünden çıksın düşüncesi samimi ise; demokrasinin işlerliğinin önündeki tüm takozlar kaldırılmalı.
         
Önlemler adına, sade yurttaşın fısıltılarının çok azını yansıtan bir yazı bu. Fısıltılar yüksek sese dönüşse, Türkiye gürültüye boğulacak.