Birinci Dünya Savaşı'nın  üzerinden yüz yıl geçti. İlkinin tahribatını gideremeden dünya kendisini ikinci bir savaşın içinde bulmuştu. Savaşların insanlığa bedeli konusunda topyekun deneyim ve birikimi var dünyanın. Savaşların yıkıcılığını anlatan kütüphaneler dolusu doküman var. Yine de ders almış değil insanoğlu.

"Barış" başlığı ile savaşların pazarlandığı  süreçten geçerken, bulunduğumuz coğrafyada yaşananları 1989 Berlin Duvarı'nın yıkılışından itibaren okumalı ve yakın geçmişimize Bosna'da yaşanan insanlık dramı, Yugoslavya'nın parçalanması, Sovyet sisteminin çözülmesi, Cezayir, Libya, Mısır'da yaşanan kalkışmalar, Körfez savaşları, Irak'a demokrasi getirileceği vaadi ile üç parça edilmesi, Gürcistan, Ukrayna, Kırgızistan...... gibi ülkelerin yaşadıklarını anımsayarak bakmalıyız. Çeşitli çiçek ve renklerle adına "devrim" denilen ve şimdi de Suriye gibi iç karışıklıklarla tetiklenen savaşlara tanıklık ettik/ediyoruz. Burada Lübnan, Filistin, Afganistan gibi adı savaş konulmayan çatışmaların kronikleştiği toprakları da unutmayalım.

Dünya savaşlarından ilki büyük imparatorluk topraklarının parçalanmasını tetikledi, ikincisi yeni parçalanmaları iki kutuplu sisteme entegre etti, edemediklerini dışlayıp, üzerlerine baskı kurdu. Yayılmacılık; üçüncü dünya ülkeleri ve/veya geri kalmış ülkeler dedikleri ülkeler üzerinden yürütüldü. Bugün başat olma iddiası üzerinden ABD'nin öncülüğünde, küçük kaotik birimlerin sayısını çoğaltmak üzerine kurulu bir strateji ile her yerde savaş var... Büyük devletlerin parçalanması iç savaşlarla sürdürülüyor. Ne ki, küreselleşme postuna bürünmüş emperyalizm bunun adına çatışma diyor. Zaten tüm yapılanlar "barış" için!... Her adım "barış  ve uzlaşma" adına atılıyor (!)... Pazara çıkarılan kimlikler, içi boşaltılan değer ve kavramlar, giderek etkisi hissedilen yoksullaştırma politikaları, hukukun haksızlıkların kılıfı olması, hukuk ve adaletin aletleştirilmesi ile keyfiliğin artması -otokratların kendilerini korumaya çektikleri zırha "adalet" adının verilmesi-...... tüm bunlar "yeni" dedikleri düzenin(!) dayatıları...

Dünya; insan, hukuk, hak, adalet, barış gibi olumladığı tüm kavramların içinde biriktirdiklerini boşaltırken, Türkiye benzer etkilerle sarsılan bir ülke. Ve bölge için önceki süreçte bir istikrar unsuru iken, şimdi, bölgedeki istikrarsızlığın katalizörü rolüne her geçen gün biraz daha fazla itiliyor. Yeni devletçikler inşa edilmesi için savaşların terörle, teröristlerle tetiklenmesine tanıklık ediyoruz. Türkiye de bu eksenin içine çekilmiş durumda. Kaotik yapıların sayısı arttıkça içine çekildiğimiz çember daralıyor.

İnsan doğası, uzlaşmadan daha çok, çatışmaya, direnmeden çok teslimiyete yatkın... Otokrasilerin yeniden yükseltildiği  günümüz sürecinde, "demokrasi", bireyi ve muhalefeti etkin kılan değil, birey ve muhalefeti yalıtan, baskılayan, yok sayan, hukukun yerine otokratın yasalarını ikame eden anlayış yükseltiliyor. Tembih, telkin, tehdit, yetmedi suçlama, karalama, tutuklama, yargılama.... Her türlü yöntemle kuşanmış biçimde ablukaya alınmış, boşaltılmış haklar alanı ile yalnızlaştırılmış birey ve kurumlar ile psikolojimizin esir alınması üzerinden yürütülüyor günümüzün savaşları. 
Uzlaşma; sonuçların dayatılması, müzakere; sonuçların meşrulaştırılması anlamına geliyor. Özgürlük; iktidarda olmak.  Muhalefet; susmak, kabullenmek. Seçmek; onaylamak.... Günümüz demokrasisinin kısaca özeti...

Sistem; karşı çıkanların bırakın kontrol etmeyi, kendisini ifade edeceği zeminlerin giderek yok edildiği, farklı düşüncelere tahammülün ortadan kalktığı, farklılıkların sadece ayrılıkçı hareketler için kutsandığı bir biçim alırken, biriktirilen ortak değerler üzerinden kendilerini tanımlayanların kendileri olarak kalma olanağını, birlikteliği üreten ilkeleri tahrip ederek yok ediyor. Dayatma ve ona tutunmuş otokratlar; ya "yenilikçi"siniz, ya da "hiç" noktasına sürüklerken, bundan nemalanmak isteyen fırsatçılar kendilerini "yeni"ye eklemledikçe etki alanını genişletiyor. Nitelik yerini niceliğe bırakıyor. Yanlışın sayısal çoğunluğu arttıkça, doğrunun ifade alanı kısıtlanıyor. Sadece bireyler değil, ülkeler için de söz konusu olan ve giderek alanı daralan bir dayatma (baskı) çemberi içine çekiliyoruz. Hareketlerimizin kontrolü kendi dışımıza çekilirken, özgürlüklerimizden kendimizin vazgeçtiğimiz izlenimi yaratılıyor. Düşüncelerimizi dayatılanlara odaklanmamız buyuruluyor. Uzun erimde, kişi ve kurumlar kendileri olmaktan çıkıp, sistemin dayattıklarını kabul noktasına itilerek, ona uygun davranışlar sergiler oluyorlar. Günümüz otokrasisi bu yöntemlerle etki alanını genişletirken ironik olan, dayatılanı seçiyor gibi, sandık kurmayı demokrasi gibi düşündürtmek isteyenlere tepkilerin artması yerine, sorgulamaların içe çekilerek törpülenmesi. Bu kısa analizi, gelecekte toplumu irdelemek isteyenlere ve günümüz savaşlarını savaş olarak yazacaklara dipnot düşmüş olalım.

Herbert Hoover; "Savaş emrini yaşlı adam verir, savaşan ve ölen gençlerdir"... demiş. 1789'da John Adams özgürlük için mücadelenin önemini şu sözlerle aktarmış; "Siyaset ve savaş üzerine çalışmalıyım ki; oğlum matematik ve felsefe çalışabilecek özgürlüğe sahip olabilsin".

İnsan olmanın içi hala doldurulamadı. Özgürlükler yeniden kuşatma altında. Yüzyıllar içinde bedel ödemişlerin biriktirdiklerini fütursuzca harcayan mirasyediler gibiyiz. Birinci Dünya Savaşının yüzyıl dönümünü dünya, yeni bir topyekun savaşın farklı bir yöntemle kurgulandığı ayıpla  karşılıyor.
İnsanı insan yapan değerler ve özgürlükler boşaltıldıkça, savaşa daha çok yakınlaşıyoruz... Üstelik, otokrasinin tüm araçlarını kuşanmış demokrasiyi önümüze engel koyup, sorgulamaların freni olarak kullanıyorlar... Ona tutunup gelenler, "siz misiniz demokrasi isteyen?... alın size demokrasi" der gibi, kendi otokrasilerinin ilerleyişine "ileri demokrasi" adını veriyorlar...

NOT: İskoçlar İngiltere'den ayrılmadı. Akıl öne çıktı, düşüncenin baskılanıp duygunun yönetildiği bizim coğrafyamızda benzer oylamalar ayrılıkçılık üzerine yürütülen politikaların meşrulaştırılması anlamına gelecektir.... Tam da bu süreçte yapılan bu oylamayı ve sonucunu çok iyi okumalıyız.