Geçtiğimiz haftalarda, aldığı yedi Altın Küre ödülüyle rekor kıran La La Land (Aşıklar Şehri) filmi gündeme oturdu. Bir dönem müzikallere kafayı takmış biri olarak, filmi izlemek için merakla sinemaya gittim.

“Hayallerinizin peşinden gidin. Yapamayacağınızı söyleyenlere kulak asmayın; inanır ve çalışırsanız, düşleriniz gerçek olabilir.” Bize bunları salık veren kaç Amerikan filmi izlediğimizi eminim hiçbirimiz hatırlamıyoruz. La La Land, bu anlamda yeni bir şey söylemediği gibi, klişe olmaktan ne yazık ki kurtulamıyor. Ana temalar, hayalleri gerçekleştirmek ve aşk.

Henüz 32 yaşında olan Yönetmen ve Senarist Damien Chazelle’in bu film için başlıca ilham kaynakları, iki Fransız müzikali: Cherbourg Şemsiyeleri ve Tatlı Günler. Diğerleri ise, Singin’ in the Rain ile Fred Astaire-Ginger Rogers müzikalleri.

Bu filmlerin büyüsü, müzik ve dansların etkileyiciliğinin yanı sıra belki de çekildiği dönemlerdeki - 1930, ‘40, ‘50 ve ‘60’lar - göreceli naiflik ve masumiyetten geliyor. Malum, içinde bulunduğumuz tüketim ve hız çağında duygular ile istekler sığlaşmış, berraklığını yitirmiş ve daha kısa ömürlü bir hale gelmiş durumda. O yüzden büyüyü günümüze adapte etmek, bence Chazelle için zorlu bir çaba olmuş.

Filmi izledikten sonra, Türkçe adının biraz yanıltıcı olduğunu düşündüm. Çünkü “aşıklar şehri,” Paris’e atfedilen bir tanımlama. Üstelik film sadece bir aşk hikayesi değil.

“La La Land” ifadesi iki farklı anlamda kullanılıyor. Biri, düş dünyası; imkansız şeylerin gerçekleşebileceğine inanma hali. Diğeri ise, özellikle oradakilerin yaşam tarzı ve tavırları ile ilişkili olarak Los Angeles veya Hollywood.

Nitekim filmin tamamı; renkler, görüntüler ve örneğin karakterlerin uçtuğu sahneler itibariyle, bir düşü andırıyor. Sebastian’ın caz kulübü açma, Mia’nın ise ünlü bir oyuncu olma hayali aslında bize Amerikan Rüyası’nı da tekrar hatırlatıyor. Yani pek az engelin bulunduğu bir toplumda çok çalışarak başarı, refah ve şöhretin yakalanabileceği, sosyal sınıf basamaklarında yukarıya çıkılabileceği fikrini savunan, ABD’nin ulusal karakterini oluşturan düşünce biçimini.

Donald Trump’ın koltuğu devraldığı dünyamızda, özellikle Amerikan toplumunun fırsat eşitliğine ve hayallerin gerçek olabileceğine yeniden inanmaya ihtiyacı var. Belki de filmin büyük başarısının sebeplerinden biri bu.

Filmin geçtiği Los Angeles/ Hollywood ise, ihtişam ve cazibesiyle sadece gösteri dünyasında yer edinmek isteyenlerin değil, bu pırıltıya dokunmayı arzulayan herkesin imrendiği bir düşler diyarı. Çünkü gerçek hayat daha gri, engebeli ve rutin. Bir şöhret olsak belki tüm dertlerimizden arınacağımızı düşünüyoruz içten içe.  

Benim esas değinmek istediğim ise, filmin müziği. Çünkü bence müzik, tüm müzikallerde olduğu gibi bu filmde de en az başrol oyuncuları kadar büyük bir role sahip.

Chazelle ile müziği besteleyen Justin Hurwitz, Harvard Üniversitesi’nden arkadaş. Hurwitz diyor ki, “Film genç aşıklarla ilgili, o yüzden müzik romantik ve iyimser olmalı ama aynı zamanda acı-tatlı bir özellik taşımalıydı. Bu filmde en büyük zorluk, ilham aldığı filmlere veya eski moda bir filme, müziği ya da görüntüleriyle herhangi bir şekilde benzemeyen yeni bir şey yaratmaktı.”

Hurwitz, film için yaklaşık 1900 adet piyano demosu hazırlayıp Chazelle’in beğenisine sunmuş. Şahsen, parçaları hoş ve akılda kalıcı buldum. Hatta hem umut dolu hem de melankolik bir ruha ve basit bir melodiye sahip olan “City of Stars” şarkısı, filmden sonra üç gün boyunca içimde çalmaya devam etti.

Tabii, “Singin’ in the Rain” gibi 65 yıldır bize hitap eden, klasikleşen bir şarkı yazmak kolay değil. Fakat genç Chazelle ve Hurwitz ikilisi, kanımca önümüzdeki yıllarda yine müziğin başrollerden birinde olduğu daha da iyi filmler çekecek.