Yazının başlığını, "Totaliter rejimin inşası" olarak düşünmüştüm. Demokrasiyi konuşmaya ve tüketmeye o kadar alışkınız ki; totalitarizm giderek yakınlaştığı halde, hala toplum belleğinde  yeterince yer bulamamış bir kavram. Yaşamımızda gerçeği ne kadar yok edersek o kadar yer açıyoruz ona.

Günümüzde yeniden üretilen bir yönetim biçimi totalitarizm; "otoriter demokrasi" de deniliyor. Görünüşte demokraside olması gereken tüm kurumlar var, ancak işleyiş biçimi farklı. Toplum katmanlarını da içine alıyor üstelik. İktidar odaklı, esasen iktidarın gereksinmelerini  karşılayan talepler üreten sivil destek oluşumları, demokratik devletin katılım kanalları işlevini gören "sivil toplum"a tekabül ediyor. Toplumun genelinin kabul görmeyeceği kararların arkasına diziliyorlar.

Biçimsel demokrasiden otoriter ve/veya totaliter sisteme geçişin ille sert olması gerekmiyor. Farkındalık olsun/olmasın, var olan kurumlara bakarak, yaratılan sonuç üzerinden konuşulanlarla düşünme alışkanlığına düşerek, zaman içinde parçası haline getirilerek de geçiş yapılabilir.
               
Totaliter iktidar, iktidarı tekelleştiren bir parti etrafında şekillenir. Yaşamın tüm alanlarının kontrolünü elinde tutan ve tekil siyaseti yürüten ve sistemin tek özerk birimi haline gelen bu yapıya J. Rupnik; "çok biçimli parti" adını veriyor. Devlet örgütlenmesi ve toplumsal yaşamın tüm örgütlü biçimlerinin kullanılış tekelini iktidardaki partiye bağlayan ve denetleyen sıkı bir sistem.
             
Kolakowski, totaliter sistemin örülüşünde yalanın işlevinin önemine işaret eder ve iki temele dayandırır: Belleğin tahrip edilmesi ve totaliter dil. Öyle ki, C. Milosz; iktidarın silah namlusu ile fethedilebilmesine karşın, sürdürülmesinin dil sayesinde mümkün olabileceğinden söz eder. Sistematik olarak tarihsel belleği tahrip ve yeni bilgi akışının yönlendirilmesi ile gerçeklik ölçütünün ortadan kalkması durumu da, "kurumsallaşmış yalan" olarak tanımlanıyor. Gerçek, yöneticilerin gereksinimlerine göre değişiklik gösterdiğinden, yalanın gerçeği tedavülden kaldırmasına "totalitarizmin bilişsel zaferi" diyor Kolakowski; "bu noktada artık yalan söylemekle suçlanamamaktadır" diye ekliyor; "yeni bir medeniyet" olarak tanımladığı siyasal sistemin temellerini oluşturan ve sistematik olarak tarihsel belleği tahrip eden büyük Y'li bir yalandan söz ederken.
         
V. Havel'e göre;  yalana inanmak gerekli değildir, inanmış gibi davranılmalı ya da en azından tahammül edilmeli, yalanı kullananlarla iyi geçinilmelidir. "Yaşamı yalanla birlikte ve yalanın içinden kabul etmek yeterlidir; sistem bu yolla olumlanır, anlam verilir, yaratılır.... ve kaynaşılır" diyor Havel. Bu noktada resmi propagandanın  bilinçli destek alması ile sinik kayıtsızlıkla karşılanmasının anlamlı olmadığına da işaret ederek.          
          
Belleğin silinmesi işlevinde yalanın bu silinme ile yerine yerleştirilecek ideolojinin kabullenilmesini sağlanması konusunda  nihai sonuç olarak tüm toplumsal unsurların araçsallaştırılmasına işaret eden Mlynar; totaliter iktidarın kalıcılığının "bellek erozyonu" ile sağlandığını, "yeni" kavramı etrafında üretilen bir sürü lafın da "geçmişle  kopuş" amacından  kaynaklandığını  söylüyor. Ona göre; "totalitarizmin başta gelen karakteristiği, toplumsal etkinliğin mümkün tüm alanlarındaki bağımsız eylem bağlamlarını sınırlamak konusundaki sürekli kapasitesidir".
           
Totaliter istemin yapı taşlarını; karizmatik diye nitelenen bir lider, kitle terörü, sürekli tasfiye, ideolojik seferberlik gibi ölçütlerle tanımlayan Batılı siyaset bilimciler, bu kümelemeyi  1950'li yıllarda yaparken, 21. Yüzyılda demokrasinin boşaltılışının anlatımının da kolaylaştırıcısı olacaklarını bilemezlerdi.  Mlynar; totaliter iktidarı "dinleme yerine konuşma gücü, öğrenmeden yapabilme yetisi" olarak tanımlıyor. Heller; "ortam mesajın kendisidir"  göndermesi ile söylevin konusunun iktidarın kendisi olduğunu,  "iktidar korunmalıdır" vurgusu ile her türlü tepkinin dışlandığını anlatır, tüm kelimelere siyasal nüans kazandıran "dilsel diktatörlük"ten söz ederken.
           
Sistem dönüşümünde direnç göstermesi gerekenlerin edilgenlikleri konusu, dönüşümün farkındalığına karşın sinik durma nedenleri üzerinde düşünürken, siyasal edilgenliğe alışmış bir yurttaşın, kendi demokratik sivil özgürlüklerini korumak için kolaylıkla seferber edilebileceğine inanmanın güçlüğüne vurgu yapan Heller'ın; ihtiyaçların yalnızca tüketime yönlendirilmesinin yurttaşları siyasal edilgenliğe sevk etmesi /edilgenliğe alıştırması ve tatmin edilmemiş ihtiyaçların doyumsuzluğu arttırdığı, bunun da biçimsel demokrasiyi kısıtlamak için içteki antidemokratik güçlere şans tanımaya yol açtığı savı değerlendirilmeli.
         
Direnç gösterenlere içkin anlamlı tanımlama Kundera'dan: "İnsanın iktidara karşı mücadelesi, belleğin unutmaya karşı verdiği mücadeledir" diyor. Simecka'nın; "...insan onurunun ortaya konulması kadar, bütüncül bir bozulma ortamında kendini koruma ve savunma edimi..." ve tümüyle yöneticilerin insafına kalmış "unutkanlık rejimi" altında sınırlı da olsa kişinin belleğini korumaya yönelik girişimi, dediğini de bu çerçeveye ekleyebiliriz.   
        
Totalitarizmin türlü biçimleri olduğu malum. Mlynar; özerkliğin kaybolduğu eşikten söz ederken, teorik model ile gerçekliğin analizi arasındaki mesafeye, "totaliter durumlar", "totalitarizme yönelik temel bir eğilim" gibi başlıklar eklemiş. Deutsch; tüm öznelerin özerklik ve özyönetim kapasitelerini yitirdikleri aşamada toplumu, "yürüyen bir ceset", "robot" olarak tanımlıyor.
          
İktidarların etki alanının genişletilmesi üzerine telkinlerin çoğaltılışına bakarak; demokrasi üzerine yapılan okumalardan "yeni totalitarizm"in kurumsallaşmasına dair okumalara geçiş, içinden geçtiğimiz sürecin de özeti gibi. İnsan özgürlükleri ve çoğaltılması üzerine konuşmalardan giderek uzaklaşırken, haksızlıklar üzerine daha çok konuşur buluyoruz kendimizi.
          
Konu ilginizi çektiyse; hala okumamış olanlar için George Orwell'ın "1984" adlı eseri ile yukarıda sayılan yazarların eserlerine atıfta bulunulan John Keane'nin "Sivil Toplum ve Devlet" adlı eserini önerelim. Gerçekten giderek uzaklaştırılışımızı J. Baudrillard; "Simülakrlar ve Simülasyon" adlı eserinde anlatıyor: Taklidin aslın yerine geçirilişi, anımsatmaktan çok unutturma işlevini gören medya adlı devasa boşluk ile anlam parçacıklarının içeriğinden nasıl boşaltıldığı ve kitlelerin iletişim araçlarına sarılarak modern kurban törenleri ritüellerini söz birliği etmişçesine yerine getirişlerini... Yukarıda sözü edilen "kurumsallaştırılmış yalan" burada; "gerçekmiş gibi yapmak" durumunda -mış gibi'nin gönderdiği bir gerçek kabul ile karşılaştırılabilir. Bir de E. Fromm'un "Özgürlükten Kaçış" adlı eserini önerelim.
       
21. yüzyılda, 20. yüzyıla kadar insan ve özgürlükler adına biriktirilenlerin boşaltılmasına tanıklık etmek bir yana, parçası haline getirildiğimiz görünür bir gerçek. "Gerçek nedir?" sorusunun atlandığı bir zeminde biriktirdiklerimizin korunamayacağı gibi!... Yüzyılın başlangıcı umut verici olmasa da, sonu için kötümserlik yerine, farkındalıklarla üretebileceklerimize yoğunlaşmalıyız.
       
Özgürlükler adına yeni/yeniden mücadele teması ön almak zorunda.       
Rejimin yeniden inşa sürecinde yıkıntılar arasına itilmeye çalışılan bellek kırıntılarını kurtarmaya başlamaktan söz ediyorum.