Daha adını bile koyamadılar; bunun adı anayasa değişikliği mi? Yoksa yeni anayasa mı yapıyoruz? AKP sözcüsü diyor ki, millet de artık anayasa yapma yetkisine sahip oluyormuş. Askeri anayasalar bitmiş, sivil anayasa sürecindeymişiz... Özetle bu!..
İyi de biz millet olarak biz anayasa yapım sürecine dahil edilmedik ki!..
Bildiğimiz; anayasa yapmak üzere seçilmemiş bir Meclis'e, 'anayasa değişikliği' adı altında kimlerin hazırladığını bilmedikleri bir metin geldi ve tüm tartışmalar bu hazır metin üzerinden yürütüldü. Anayasa değişikliğini aşan, yeni bir rejim, hatta yeni bir devlet yapılanmasının, üniter devletten federatif devlete geçişin kapısını aralayan bu hükümleri onaylatmanın adı millete anayasa yapma yetkisi vermek mi oluyor?

Anayasa Hukuku literatüründe 'demokratik anayasa', yönetilenlerin de anayasa yapımına katıldığı, metnin hazırlanma sürecinin toplumun tüm kesitlerinin görüş, eleştiri, önerilerine açık olduğu ve ortaya çıkan mutabakat metninin de halkın oyuna sunulduğu biçime verilen addır.
Toplumun dışında, hatta öyle anlaşılıyor ki Meclis'in de dışında anayasa değişikliği adı altında bir taslakla, yeni anayasa yapımına kalkışılıyor, önce Meclis'e onaylattırılıyor, sonra halka, 'Siz de onaylayın' deniliyor. Ve sistem (Cumhuriyetin niteliği) değiştiriliyor. Başka deyişle, fiilen kurulan ama resmen ilan edilemeyen rejimin ilanının yolu açılmak isteniyor.  

'Toplumun görüş ve düşüncesinin açıklık içinde ifade edilmesi' diye nitelediğimiz anayasa görüşmeleri süreci atlandığı gibi, OHAL baskısı altında 'Evet' allanıp pullanıp, kayrılır, kollanır ve pazarlanırken, devlet olanakları da 'Evet' lehine gözümüzün önünde seferber ediliyor. Bu arada 'Hayır' cephesinde yer alanlar karalanarak, özgür iradeler üzerine ipotek konuluyor.

Askeri darbe süreçlerinin anayasalarına karşı olanların 'sivil' dedikleri bu anayasal dönüşüm süreci, darbe süreçlerini aratacak ise, anayasa yapma geleneğinde bir değişiklik yok demektir. Üstelik, baskının sadece askeri darbe ile özdeşleştirilmesi yüzünden, siviller baskı yapmazmış algısı yaratılarak yerleştirilen 'sivil baskı'nın kalıcılaşma riski çok fazla. Darbelerin sadece askerden geleceği algısının da yanlış olduğu gibi!..

Konjonktür anayasaları, süreci kontrol edenlerin görüşlerinin ürünü olunca toplumun tümünün sözleşmesi olamıyor ve kalıcı anayasa yapamaz oluyoruz.
Türkiye'nin anayasalarına 1876'dan itibaren bakınca 'Neden kalıcı anayasa yapamıyoruz?' sorusu öncelik kazanmalıydı. Tüm toplum katmanlarını içine alacak şekilde, uzun soluklu bir tarihsel, toplumsal, kültürel, akademik çalışmanın yapılmasının akabinde, yine toplumsal kesitlerin iradesini açıklıkla yansıtacak, toplumun demokratik usullerle seçildiklerine gerçekten inandığı bir Kurucu Meclis'in uzun soluklu çalışmasından sonra, ayrıca serbest iradeleri ile hareket eden bir Meclis'in onayından da geçerek halkın özgür iradesine sunulan bir anayasa toplumu asgari ölçekte sözleştirebilir. Oysa biz, iktidardaki partinin kalıcılaşarak, ideolojisini yerleştirmesinin kapısını 'arkasında halk desteği var' görüntüsü ile açacağı bir oylamaya 'sivil anayasa' yapmak diyoruz!..

Kurulacak sandık, evet/hayır ikilemine itilerek, adeta yarıdan bölünerek kamplaşmış bir toplumun sorunlarını çözmeyeceği gibi, yeni sorunların kapısını aralayacak. Toplum bu süreçten maddi manevi kayıpla çıkacakken, siyasettekilerin hangi hesaplar ve beklentilerle bu süreci yönlendirdikleri konusunda sadece tahminler yürütülebiliyor. Devlet cephesinde de kurumsal gelenekler ve özellikle hukukla sağlamlaştırılmış, hak, özgürlük ve yetkiler açısından büyük bir gedik açılacak.
Sandıktan 'Evet' çıktığı takdirde; fazla uzak olmayan bir gelecekte seçilecek tek kişiye geniş yetkiler verilirken, sorumluluk alanı, sayısı arttırılmış ama görüntüye indirgenmiş Meclis ve egemenlik (!) yetkisi seçimden seçime kullanmaya indirgenen millet ile boşaltılmış olacak.

Türkiye, büyük badirelerle kurumsallaştırdığı hukuk devletini sağlamlaştıracak yerde, demokratik geleneklerin de dışına çıkarak, tekçi yönetimi (partisi aracılığı ile de güçlendirilmiş tek kişi yönetimini) yerleştirmeyi oylayacak. Özet bu!.. Devletin tüm teşkilatlarının tek kişi üzerinden temsil ettiği partiye bağlanması ya da partizanlığın bulaşmadığı yer kalmayacak da diyebiliriz.

Anayasaya, demokrasiye, hukuk devletine, özgürlüklere, haklara veda edip, hepsi ile ilgili kararları, kenar süsü haline getirilmiş Meclis'ten geçirterek, 'Alın size milli irade' diyerek elimize tutuşturacak tek kişiyi kendi elimizle egemen kılmak, kendi egemenlik yetkimizi tek kişiye devretmek!.. Akılla açıklanabilir değil!..
Korku, aklın başına bekçi olarak dikilince; çaresizliği çare görenlerin onayladıklarına, her şeye karşın aklını rehber edinmiş olanların da katlanmak zorunda bırakılacakları sonucun adına 'sivil anayasa' değil, 'anayasasızlaştırılma' denilebilir.   

Dayatılan sonuçlar üzerinden ortaya çıkana 'uzlaşma' adı veriliyor. Uzlaşamama durumunun sürgit halinin örtüsü altından yeni meşruiyetler icat etme çabalarına bakınca, hepimizden beklenenin, uzlaşıldığı iddia edilende toplaşmamız olduğudur.  Eğilip bükülüp başka bir biçim almışlığın çoğaltıldığı bir zeminde, doğruda toplaşanların kendi aralarında pek çok küçük, kılcal ayrışmaları yüzünden 'doğru budur'  paydasına bir türlü ulaşılamayınca, meydan eğip bükenlere kalıyor ve eğip büktüklerinde toplaştırılışımıza 'uzlaşma' adı veriliyor. Ana akım yanlışlar zinciri ile pazarlanan ve adına anayasa değişikliği denilen köklü dönüşümün arifesinde ülkede görünen manzara bu!.. Konjonktürel olarak ortaya çıkmış bir siyasal partinin, fiilen var ettiği kendi ideolojisinin önünde engel oluşturabilecek, parlamenter sistemle var olmuş kurum, parti  ve kişilerin jübilesini yapabilmesi için toplumun onayını aldığını ileri süreceği adrestir kurulmasına öne ayak oldukları sandıktan çıkmasını istedikleri 'Evet'!..
Kurumsallaşmasını sağlamlaştırmayan hiçbir devlet yeterince güçlü değildir. Türkiye, laik demokratik Cumhuriyet'le var ettiği kurumsal geleneklerine sahip çıkıp, hukukla güçlenecek yerde; hukuk alanını, partisi aracılığı ile güçlendirileceği söylenen tek kişi iktidarı ile boşaltarak güç kaybetmiş olacaktır. Yeni dedikleri bir sistem; yeni, bilinmez sorunlara iliklenmek demektir. Birikmiş, tortulanmış sorunları çözmenin yolu, yeni bir rota ile bilinmeze doğru yelken açmak değildir.

Tepemize, en tepemize birisini yerleştirip, onun bizim adımıza egemenlik yetkisini kullanmasına 'Evet' diyerek, iktidarın gücünü arttırıp, itaat etmeyi seçmemiz tembihleniyor. Yegane yetkimiz; en tepemize  yerleştireceğimiz tek kişiyi seçmek. O da konjonktüre bağlı. Başka kimsenin seçilme ihtimalinin ortada olmadığı ama sanki başkası da seçilebilirmiş gibi yapılan, tercih hakkının fiilen olmadığı, sonuç anlamına gelen bir sandığa indirgenen o(na)ylamalar.  

Evet diyenler, hepimiz adına, egemenlik hakkından feragat edip, özgürlüğe veda etmiş olacaklar. Anayasa diye çıktığımız yolda keyfiyeti kurumsallaştıracağız. Anayasa kalıcı olmayacak ama otoriter uygulamaların kalıcılaştırılmasının yolu açılmış olacak. Demem o ki; bu değişiklik paketi konjonktürel... Yeni kurumsal değişimlerin kapısını aralayacak bir geçiş sürecinin arifesindeyiz.

2002'den bu yana 5 genel seçim, 3 yerel seçim, 2 referandum, 1 cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. AKP seçimlerle yerleşirken, sistem partileri zaman içinde tasfiye edildiler. Aynı davranışlarla farklı sonuç almayı uman karşı refleksler sandıklar sürecinde oyalanarak kendi içlerinden eritildiler. (Bu sandık sürecinin işleyişinin diğerlerinden farkının olup/olmadığı sandık sonucu ve sonrasının önemli konu başlığı...) 16 Nisan; bir anlamda karşı toplumsal/siyasal reflekslerin önceki sandıklardan aldıkları dersin sınavı olacak.

Şimdi tasfiye sürecinin önemli bir kavşağındayız. Meclis gücünü milletten değil, tek kişiden alacağı biçime "evet" diyerek kendi gücünü yitirip kenar süsü olmayı tercih etti. Şimdi sıra millette: Millet, 'Hayır' der ve kendi egemenlik gücünü tek kişiye delege etmezse, kendi özgürlük alanını da korumuş olacak.
Tüm kurumların kendi içinden çözülüşüne tanıklık ederek geldiğimiz bu noktada, devlet olarak daha fazla güç yitirmek/konjonktürle sürüklenmek istemiyorsak ve de bir daha 'Hayır' diyebilme şansımızın olamayacağının bilinci ile; 'HAYIR' deme hakkımıza sahip çıkmalıyız.