Bazen çocukluğumun o güzel günlerini hatırlarım. Tatlı bir tebessümle ve bir parça özlemle dalıp giderim o anlara. Neden tebessümle ve özlemle anarım o yakın ama "milattan önce zamanları" bilir misiniz? Aslında hepiniz bilirsiniz...

Kiminiz çocukluğa özgü bir saflıkla, o 'bir varmış bir yokmuş zamanlarda' hep güzellikleri görürdünüz, kötülükleri ötelerdiniz diyebilirsiniz bana. Sonra da eklersiniz: Yıllardan bugüne hafızanızda kalanlar da hep o güzellikler olmuştur diye...Ya da kiminiz çıkarsınız bir "zaman içinde yolculuğa", benimle aynı yelkenlide. Çocuk saflığına bürünürsünüz bir anda, ne kadar acımasız kılsa da hayat sizi yaşlandıkça. Ve sonra fark edersiniz değişimini alışkanlıkların, yitip gidişini eski zamanların, silinişini yürekten dostlukların, komşulukların, yoldaşlıkların...Yaşlı gözlerle bakmanın yetmediğini anlarsınız "dünyayı kurtaran adam" olmaya... 

Sonra çevreye bakarsınız kiminiz. Ormanların yerini ağaçlara bıraktığını görürsünüz. Tek tük...Talan edilen sadece ormanlar mıdır oysa? Biz de talan edilmedik mi toplumca zamanında? Şimdi de, "ne bir orman gibi kardeşçesine" yaşayabiliyoruzdur, ne de "bir ağaç gibi tek ve hür"...Tahtadan gövdeleri beden yapmışızdır bazımız bireyci ve çıkarcı; sonradan görme ruhlarımıza. Kılınan sadece çocuk ruhlarımızın cenaze namazlarıdır...

"Bireyler topluluğumuz" içine kapanmıştır...Evini otel gibi kullanan, evden işe, işten eve gidenlerin dünyası olmuştur yaşadığımız. Komşuluk ilişkileri, iş ilişkileri, mesleki ilişkiler, toplumsal ilişkiler kaybolmuştur adeta. "Cemaatleştirilemeyenler", sokulamayanlar yobaz kalıplara, etkisizleştirilmiştir duyarsız yaşam alanlarında. Bireysel çıkarın parıltısı iki, bilemediniz üç kişilik dünyalar yaratmıştır. İletişim sanallaşmıştır, yok olmuştur bir başka deyişle "sözde iletişim çağında"! 

Sokağa çıktığımızda ilk karşılaştığımız komşumuza "Günaydın, nasılsınız", üzgün birisini görünce "Neden üzgünsünüz? Konuşabilir miyiz? Yardım edebilir miyim?" demeyi çoktan bir kenara bıraktık. Yolda, trafikte yapılan hataları söylemeye bile cesaret edemez hale geldik. Söylesek dahi hiddete, şiddete maruz kaldık çoğunlukla. Tepkisizleştirildik. Galiba biz halk olarak uyutulmakla kalmadık, uyuşturulduk... 

Ekonomik durumlar, siyasal, sosyal ve kültürel durumları etkiledi. En çok etkileyen de şu her odamızı, her yaşam alanımızı zapteden sihirli kutular oldu. Televizyonlar, bilgisayarlar ve cep telefonları bizi evlerimize ve de yalnızlığa kilitledi; birbirimizle son bağlarımızı da kesti. Pembe diziler, televoleler yeni rol kalıpları yarattılar, bizi bizden aldılar. Maçlar desen, hareketsizleştirdiler hepimizi. Internet büyüttü iletişimsizliğimizi. Oysa tuşlar yerini tutamazdılar sıcak bir selamlaşmanın... 

Kapanırken içimize, bir kültürel hegemonya boğdu bizleri. Önce "yurttaşlığımızı" unutturmaya çalıştılar. Atatürk'ü unutturmaya çalıştılar, içeriden dışarıdan... Sonra, "ak, ak" diyenler daha da kararttı onurlu geleceğimizi. Üçkağıtçılar kahramanları oldular yalan düzenin. Paralara, ödüllere, itibarlara boğuldular. Güneşimizi çaldıklarını sandılar... 

Her şeyimizi çaldılar ama, güneşimizi çalamadılar. Yüreğimizin bir yerinde büyüttüğümüz güneşimizi. Çalamadılar... Çünkü zamanında "aydınlığın" ne olduğunu çok iyi öğrendik biz, Atamızdan, Mustafa Kemal'imizden, Atatürk'ümüzden... Işığın nereden geleceğini en iyi biz bildik "çocuk ruhlarımızla"...Karanlığın ne olduğunu en iyi biz anladık...
    
Şimdi aydınlığa doğru koşmanın zamanı değil mi?

Uyan Türkiye'm uyan...