Los Angeles Polis Teşkilatı'nda görevli acemi bir polis, ahlak masasına geçer. Yeni polis göreve başladığı daha ilk günde tuhaf bir piyango çekilişine dâhil edilir. Kentin hiçbir ahlak polisinin devriye gezmek istemediği bir semti vardır: Pis, pespaye, her an her şeyin olabileceği son derece tehlikeli bir bölge. Atış poligonuna dönmüş karanlık sokaklarla dolu ve tek bir çörekçi dükkânına rastlanmayan bir semt.
Devriye polislerinin bu uğursuz semte gitme itirazlarından usanan bölge komiseri, sorunu çözmek için bir yol bulur. Gece nöbetine başlamadan önce bir torba dolusu misket getirir. Torbadaki misketlerin bir tanesi siyah, geri kalanlarsa beyazdır. Polis memurları birer birer torbadan misket çekerek kaderlerini belirlerler. Torbadaki tek siyah misketi çeken talihsiz polis ise iliklerine kadar titreyerek o akşam kentin cehennem mahallesine gitmek üzere yola çıkar. Misket çekilişi esnasında gerilim büyüktür ve bizim acemi polis de çok geçmeden bu gerilime kendini kaptırır. Sadece iş gereği orada bulunmak bile, olması gerekenden iki kat daha zordur. Karakolda olumsuz bir hava hâkimdir, güzel dostluklar ise pek enderdir.

Yeni polis birkaç kez çeker siyah misketi ve sözü edilen bölgenin, anlatıldığı kadar vahşi ve berbat olduğunu da görür. Bununla birlikte, sadece hayatta kalmayı başarmakla kalmaz, bu olaya bakışını değiştirdiği takdirde o bölgedeki devriyesine katlanabileceğini de anlar. Artık bunu çekmesi gereken bir çileden çok, monotonluk ve intizam gibi sıkıcı şeylerden kaçabileceği özel bir fırsat ve gezegendeki pek az kişiye nasip olabilecek, sıra dışı bir deneyim olarak görmeye başlar. Duyduğu kaygılar yavaş yavaş azalmaya yüz tutmuştur.

Bir gece, çekiliş torbasını boşaltıp kasten siyah misketi çekerek arkadaşlarını hayret içinde bırakır. Ertesi gece yine aynı şeyi yapar. Hatta o günden itibaren tek yaptığı, karakoldan içeri sakin sakin girip kayıtsız bir tavırla siyah misketi istemek olur. Artık çekilişte siyah misketi başkalarına kaptırma endişelerine son verecektir. İyi ya da kötü, kendi kaderini kendisi belirleyecektir.
Önceleri işkence gibi gelen şey artık maceraya, stres ise heyecana dönüşmüştür. Onu dönüştüren şey ise dönüşmüş olanın ta kendisidir. Gerginliği önce uçarı bir telaşa, daha sonra da bir Budist soğukkanlılığına dönüşür. Dahası bu cüretkârlığı, bu kendini kaptırışı, bu sükûneti bulaşıcı bir hâl alır. Ahlak polisleri giderek rahatlarlar. Özgürleşen karakol nihayet hayat dolu bir yer haline gelir.
Bu hikâye, Tom Robbıns'in 'Geriye Uçan Yaban Ördekleri' adlı eserinde yer alıyor. Yazarın Joseph Wambaugh'un 'The Black Marble' adlı romanından aktardığı hikâyeyi okurken düşündüm de her gün karakola gelip siyah misketi çekme stresini yaşayan polislerden hiçbir farkımız yok. Tıpkı sözü edilen polis karakolunda olduğu gibi ülkemizde de olumsuz bir hava hâkim, güzel dostluklar, dayanışma, birlik ve beraberlik yok.

Hep birilerinin yaşamamızı istediği gibi yaşamaya devam ediyoruz hayatı. Kendi kaderimizi kendimiz belirleyemiyoruz. Mutsuz, kaygılı ve korkağız. Geriye uçma cesaretini göstersek dünya belki daha güzel bir yer olacak ama sürüden ayrılma cesaretimiz yok.

Şimdi diyeceksiniz ki "Korkağız, cesaretimiz yok' diyorsun ama bizim polis düşünmeden hareket ediyor, hayatını yok yere tehlikeye atıyor..." Doğrudur. Hikâyemizdeki polis siyah misketi kendisi çektiğinde kendini fazladan bir tehlikeye daha soktu. Bundan sonra başına her şey gelebilir. Ama şunu da unutmamak gerekir ki ne idüğü belirsiz, kuşkulu bir yaşam tarzını güvenli bir yaşam tarzı sanmak da başlı başına ahmaklıktır. Ve emin olun yarın başımıza ne geleceğini bilmediğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Belki 'çok karamsarsın' diyeceksiniz, haklı olabilirsiniz. Size yalanlar söyleyerek, aydınlık ve daha huzurlu günlere doğru gidiyoruz demek isterdim ama ne yazık ki yol o yöne gitmiyor...
Ya o piyangoya dâhil olup her gün siyah misketi çekme stresi ile kısa hayatlarımızı yaşamaya devam edeceğiz ya da özgürleşen ve hayat dolu bir ülke için misket torbasını kaldırıp atacağız...