Cumhuriyetin kuruluşu sırasında Atatürk'ün yakın çalışma arkadaşları arasında çok sayıda tıp doktoru vardı. Bireysel yaşam ve hastalıklarla; toplumsal yaşam ve sorunların birçok ortak özellik göstermesi tıp doktorlarının toplumsal sorunlarda da önemli çözümler üretebilmesini kolaylaştırıyordu. Bu haftaki köşemde; ülkemizin sorunlarını bir hekim kimliği ve bakış açısıyla değerlendirmeye gayret edeceğim.
Hekimlik denilince; birçoğunuzun aklına ilk olarak reçete yazan, oluşmuş hastalıkları tedavi eden kişilerin geleceğini tahmin ediyorum. Oysa tıbbın içinde en önemli alan koruyucu hekimliktir. Koruyucu hekimlik, bireysel ya da toplum olarak hastalıkların ortaya çıkmasını ya da ağırlaşmasını engelleyici önlemler üzerinde çalışan hekimlik dalıdır.

Günümüzde hükümetlerin çoğu, hastalıkları önlemenin tedaviden daha akılcı bir yol olduğunu ve devlete daha az parasal yük getirdiğini kabul etmiş durumdadır. Halk sağlığı uygulamaları, temiz su gereksiniminin karşılanmasından, marketlerde satılan yiyecek ve içeceklerin denetlenmesine kadar çok geniş bir alanı kapsar.

Bugün ülkemizin tüm kurum ve kuruluşlarına adeta bir virüs gibi bir cemaatin üyeleri sızmışlardır. Bu kişilerin ne kadar yıkıcı olabilecekleri 15 Temmuz gecesi görülmüştür. Yaşanılan büyük tehlike sonrası devlet yetkilileri adeta reçeteler yazmaktalar. Askeri Liseler ve orduda köklü değişiklikler yaparak da bu virüsün yeniden palazlanmasını engellemek istemekteler. Peki, bu uygulamalar ne kadar doğru hedeflere yönelmiştir, dilerseniz biz bunu anlamaya gayret edelim.

Daha Özal hükümeti sırasında şöyle bir senaryo çeşitli ortamlarda paylaşılıyordu. Amerika ve emperyalist işbirlikçileri önce Irak'ı işgal edecekler, sonra sıra Suriye ve İran'a gelecekti. Birçok insanın saçma bir komplo teorisi olarak kabul ettiği senaryonun sonunda ise Türkiye'nin işgal edilmesi yer alıyordu. Zaman aktı. Önce Saddam'ın Irak'ı emperyalist postallar altında ezildi. Dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip halkı perişan oldu. Ardından Suriye bugün hâlâ büyük bir kaos yaşamakta. Uzmanların görüşü bu iki ülkeye Emperyalist güçler çok rahat hakim olsa da söz konusu olan İran ve Türkiye olduğunda bu işgaller çok zordu. Bunu da her iki milletin binlerce yıllık devlet kültürleri olmasına ve güçlü bir orduya sahip olmalarına dayandırıyorlardı. Hatırlayın Irak İşgalini. Amerikan Askeri Bağdat'a girdiğinde Irak ordusundan tek insan yoktu ortalıklarda. Suriye ordusu ne kadar Rus kaynaklarından beslense de zayıf bir ordu olarak kabul edilmekte.

2006 yılında askerliğimi Şırnak'ta yaptığımda askeri personel ve komutanların en büyük övünç kaynağı yapılan tüm anketlerde; Türk Ordusu'nun ülkede en fazla güvenilen kurum olmasıydı. Güçlü ve halkıyla bütünleşmiş bir ordu Irak işgali sırasında Amerika için bile caydırıcıydı. Her türlü senaryonun hazırlandığı ortamda; güçlü Türk Ordusu Türkiye Cumhuriyeti varlığının baş teminatı idi.
Önce Süleymaniye'de Türk askerinin başına çuval geçirilerek Türk askeri küçük düşürülmeye çalışıldı. Türk milleti askerine daha da sahip çıkınca Hakkari Şemdinli'de Umut Kitapevinde bir tiyatro sergilendi. Bugün anlıyoruz ki bu tiyatroyu hazırlayanlar da FETÖ denilen cemaat mensupları. Bu operasyonla Türk askeri PKK gibi davranarak provokatif eylemler yapan bir topluluk olarak lanse edildi ve yargılanmaya başladı. Bu ucuz tiyatrodan alınan güçle Cemaat tarafından; Ergenekon ve Balyoz davaları gibi Türk ordusuna karşı yapılan en büyük komplolar gerçekleştirildi. Atatürkçü kademeler tasfiye edilerek cemaat mensubu yetersiz kişiler kopyayla, torpille orduda üst kademelere geldiler. Ergenekon ve Balyoz davaları süreci Türk ordusunun güvenirliği ve itibarını zedeledi. Cemaat tarafından gerçekleştirilen 15 Temmuz darbe girişimi ise hem orduya duyulan güveni alt üst ederken, hem de orduda yaşanılan büyük tasfiye ve yeni darbeleri önlemek adına alınan önlemlerle Türk ordusu itibarsızlaştırılıp, güçsüzleştirildi.
Hükümet kaynakları, FETÖ'nün Amerika tarafından korunup kollandığını açıkça ifade etmektedirler. O zaman, şu soruyu sormak gerekir diye düşünüyorum. Amerika, nasıl oldu da bu kadar beceriksiz bir darbe girişimine göz yumdu. Şöyle bir çıkarımda bulunursak, diğer komplo senaryolarının yanında çok abartmış olmayız sanırım. Asıl hedef, Türk ordusuydu. Bu coğrafyada cumhuriyetin sigortası olan Türk ordusu darmadağın edilmiş, bir savaş kaybetmişten beter halde lanse edilmeye gayret edilmektedir. Kışlalar önünde çöp kamyonları yığılarak orduya hakaret edilmektedir.

Yazının ana teması koruyucu hekimlik. Hükümet, darbeleri önlemek adına ordunun gücünü azaltarak bir çözüm oluşturabileceğini düşünüyor. Kızamık aşısının bazı riskleri vardır ama yaptırmazsanız çok daha büyük riskleri göze almak durumunda kalırsınız. Eğer ordunun gücü ve itibarı da bu süreçte yok edilecek olursa, karşımıza çıkabilecek her türlü mikroba karşı savunmasız kalırız. Bu darbe girişiminin köklerinde ordunun yapılanması kadar, laiklikten uzaklaşma ve tarikatların ne kadar büyük tehditler oluşturabileceğine de odaklanmalıyız. Bu sebeple koruyucu önlemler alınırken asıl kaynaklar yok edilmelidir.