TV'de hangi kanalı açsak, karşımızda fesih yetkisi tartışması!.. "Cumhurbaşkanı'nın fesih yetkisi var mı? yok mu?"  Evet diyen yok, hayır diyen var diyor. Ne gereksiz bir tartışma. Adeta cambaza bak!.. Aynı zamanda parti başkanı olan Cumhurbaşkanı kendi listelediği isimlerden oluşan Meclis'i neden feshetsin ki?!.. Parti başkanının sultası, siyasetteki en sorunlu alan kalıcılaştırılıyor. Ve üstelik sadece kendi partisinin değil, bir de sistemin başına getiriliyor, bunu konuşmaya cesaret edemiyorlar!.. Bu tartışmalar ayrıca; yetkilerin ve sorumlulukların net tanımlanmadığı, muğlaklığın daha belirgin olduğu bir dönüşüm sürecinde olduğumuzu anlatıyor.  
                
"Neden devletimizin kuruluşundan itibaren zaman içinde yerleşerek kurumsallaşan parlamenter rejimi  daha sağlamlaştıracak yerde, ne olduğunu tam olarak kimsenin bilmediği dönüşüme sürükleniyoruz?"  sorusu ortada yok. Kaldı ki, sorabilenlere verilen yanıtlar kaçamak ve net değil. Bize özgü denilerek reklam edilerek elimize tutuşturulmaya çalışılan dönüşüm sürecini kontrol edenlerin, "evet" telkinleri ve "hayır" üzerine baskıları net ama, "evet" sonrasında neler yaşanacağı konusu zamana bırakılmış durumda. "Evet" cephesinde; "her şey eskisinden daha güzel olacak" iyimserliği(!) öne çıkarılırken, "hayır" diyenlerin sesleri, soruları, kaygıları topyekûn karalanma ile baskılanarak boğulmaya çalışılıyor.
               
Parlamenter rejimin en önemli diyebileceğimiz eleştirilerinden biri, siyasal partilerin sorun çözücü olmak yerine, sorun üretmeleri,  sağ ve soldaki dağınıklık, parti başkanlarının sultası nedeniyle parti içi demokrasinin işletilememesi gibi... idi. AKP kurulmadan ve iktidar olmadan önce konuşulan bu başlıklar daha fazla demokrasi, seçim sisteminin adaletsizliği,  siyasete katılım, dolayısı ile toplumun hak ve özgürlüklerinin artması etrafında şekilleniyordu.
               
Ne değişti?  AKP iktidarı ile zaman içinde aşamalı olarak ve anayasaya rağmen "hükümetin niteliği" dönüştürüldü. Şimdi fiilen değiştirilen bu niteliğe uygun bir anayasal kılıf aranıyor.  Bunun Türkiye'nin gücünü arttıracağından söz ederek pazarlamaya çalışanların inandırıcılığı ayrı bir başlık konusu.
               
"Tek kişi" başlığı ile dönüşüme karşı çıkanlar, hükümet etme biçiminin değiştirildiğine vurgu yapmış oluyorlar. Hükümetin niteliği dönüştürülüyor derken;  kuvvetler arasındaki aritmetiğin, başına getirilen kişiye tanınan geniş yetkiler ile yürütme lehine düzenlenmiş olması, yasama ve yargının yürütme gerisinde kalması, hatta tabi olmasından söz ediliyor. Toplum/beklentileri/katılımın niteliği üzerine tek söz yok. Rejimin adı bile tek kişi üzerinden tanımlanıyor: (Partili) Cumhurbaşkanlığı sistemi!.. Namı diğer: Tek parti sistemi. İktidardaki AKP'nin kalıcılaştırılması çabası, ya da bugünkü fiili yönetim tablosunun topluma o(na)ylattırılarak yasallaştırılması da denilebilir. Başka partiler olabilir mi? Evet, uydu partiler... Muhalefet partileri ve muhalefet sürecinin sonuna gelinmiş oluyor.

Devletlerin güç karşılaştırmalarında, hükümetin niteliği, ölçülemeyen ama güç dengesindeki yeri açısından önemli başlıklardan biri; bir diğeri de "ulusal karakter" tahlili. İçinden geçtiğimiz küresel/ ülkesel dönüşüm  sürecinde güç yitirmemek için üzerinde yoğunlaşmamız gereken  çok önemli iki başlık.
             
Parlamenter sistem içinde kurumları öne çıkararak, büyük ölçüde frenlemeye çalıştığımız iktidarın kişiselleşmesi olgusunu, içine itildiğimiz sorunlar yumağından çıkış olarak görmemiz ve daha ötesi, "kişiselleşmiş iktidarı" onaylamamız isteniyor. Kurumların hepsini alaşağı ederek, tek kişi üzerinden daha güçlü olacağımız ve bekamızın da tek kişiyi güçlendiren bir dönüşüme "evet" dememize bağlı olduğu telkin ediliyor.  Bu arada, hepimize tek kişinin tahakküm etmesine "evet" demeyen/demeyecek olanların başına gelen/gelebilecek üzerinden bir gözdağı ile "hayır" cephesinin sesi/soruları üzerine baskı her geçen gün daha görünür oluyor.
           
Dış ülkelerin; özellikle ABD ve AB ülkelerinin ve terör odaklı grupların "hayır"cılardan yana oldukları, "evet" kanadına uzak oldukları görüntüsünü vermeleri, üzerine tezler yazılacak kadar derin bir konu. Hükümet etme biçimlerinin değişimine ulusu da dahil etmenin, ulusal karakteri iyi tahlilden geçtiğini, batı ülkelerinin siyaset uzmanları çok iyi bilirler. ABD ve AB'nin Türkiye'nin yönetiminin dönüşümüne mesafeli gibi duruşlarına bakarak değil, çıkarları ve bugüne dek ortaya koydukları çıktıları analiz edilerek gerçek niyetleri ortaya çıkarılabilir. Demem o ki; içinden geçtiğimiz süreçte aktörlerin gerçek niyetleri, açıkça ortaya koydukları söylemlerinden çok; nereye, hangi hedefe varmak istedikleri üzerinden okunmalı.
           
Savaşların aleni yürütüldüğü süreçlerdeki alışıldık okumalarımızla, bugün ekranlara yansıtılan görüntüler üzerinden düşünce üretmek büyük yanılgı. Ve aslında istenen, hedeflenen tam da bu!... Psikolojik savaşın en çok kullandığı kavram "barış" olunca, yandaş gibi görünenin karşıt, karşıt gibi görünenin yandaş olduğu bir tablo hiç tuhaf kaçmıyor. Görünen ile arka plandaki örtüşmüyor. Bunun anlamı işaret edilenle, varılan yerin aynı olmadığı/olamayacağı. Söylem ve eylem arasındaki bu derin mesafe gelecekle ilgili belirsizlik ve kaygının asıl adresi.
             
Başka bir soru: Karar alma sürecine sadece tahakküm edenin kararı ile ve onun belirttiği görüşe uygun olmayan düşüncelere ipotek konularak kurulacak sandıklarda oy kullanmaktan ibaret bir katılma, siyasal katılma mıdır? Nitekim; katılma oranlarının en yüksek olduğu oylamalar plebisitlerdir. Tek kişinin/grubun/partinin onaylatmak istediği kişi/konu/konuların
o(na ylattırılmasının adı!..
            
Kendi sandığımıza gelince; bir bilen varsa, isim isim açıklasın... 16 Nisan'da o(na)ylamamız istenen değişiklik paketini Meclis'e gelmeden kim/kimler hazırladılar? Sandıktan "evet" çıkarılırsa, hepimize giydirilecek olan kurallar kimlerce hazırlandı? Anayasa, siyasal iktidarı sınırlandırmak için yapılır. Siyasal iktidarı geniş yetkilerle donatarak, kuvvetler ayrılığı ilkesini işlemez hale getirecek, "denge ve denetim" alanını boş bırakan bu dönüşüm kimlerin düşüncesinin ürünü? Bizler sadece Meclis'e gelen hali ve Meclis'te vekillerin boş kağıtlara imza atarak "evet" dedikleri tartışmaları ile  haberdar olduk. Hazırlanış aşamasına toplum dahil edilmedi. Dolayısı ile, 1982 Anayasasını eleştirenler, bu anayasanın yapılışının da gerisine düştüler.
Tartışmalarda parlamenter sistemin sakatlıklarına vurgu yaparak toplum belleğini yıkayanların akıllarına neden böyle sorular gelmiyor? Evet diyenlerin hepsinin  neye "evet" dediğini gerçekten bildiği bir ortam neden yaratılmadı/yaratılmıyor?
          
Yetkileri yeniden tanımlamak, devleti yeniden tanımlamaya doğru götürecek önemli bir adım. Meclis'in sistemin temel unsuru olduğu biçimden, adeta kenar süsü haline getirileceği bir biçime evrilirken; yetki konusunda, "halk egemenliği" ve "millet egemenliği" konusunda fikirler üretmiş Jean Jacques Rousseau'nun, "kuvvetler ayrılığı" prensibini ortaya atan  Montesquieu'nun ve onlar gibi nice düşünürün,  yüzyılları devirdiğimiz halde bizden daha önde olduklarını anımsamadan olmaz.
          
Tek kişinin egemenliğine son verilmesi üzerine düşünceler ve kurumlar üretenlerin gerisinde kalan düşüncelerin günümüze ve geleceğimize şekil verir hale nasıl gelebildikleri, yüzyılların gerisine savruluşu her halde en iyi, "insanların büyük çoğunluğunun, yaşamları boyunca kendilerini anlamaya sarf ettikleri enerji bir hiç derecesindedir" diyen Freud tahlil edebilir.  Medeniyetin ilerleyişinin hayli yorucu olduğuna ve sürekli bir mücadele gerektirdiğine işaret eden Freud, "Aklın sesi yumuşak bir sestir, kendisine kulak asılıncaya kadar kendisini duyurmaya devam eder. Karşılaştığı sayısız aksiliklerden sonra eninde sonunda başarılı olur" demiş.
         
Yüzyıllardır süren özgürlük mücadelesinin egemen ile iktidar olanı ayırmaktan geçtiği, aklın önüne konulan engeller aşılarak anlatılabildi. Bugün egemenlik yetkimizi tek kişiye kendimizin devretmesi ve iktidar olanı egemen kılmak akılla açıklanır gibi değil.
Er ya da geç, mutlaka aklın sesi galip gelecek, tüm çabamız, bunun mümkün olduğunca bedelsiz ve erken olması.