Bir zamanlar yazar Çetin Altan “Türkiye’de kadınlar evlenmeye erkeklerde devlet yönetmeye meraklıdır” diye yazmıştı. Hiç kuşkusuz bu tarz genellemeler  doğru olanı ifade etmekten öte bir mesaj vermeye yöneliktir. Ancak bir şeye meraklı olmak küçümsenecek bir şey değildir ama mutluluğunuzu  tek bir şeye odaklamak büyük bir risk taşır. Bir kadının  hayatının belli bir zaman diliminde evlenmek ve anne olma hipnozu çok da  yadırganacak bir şey olamaz ama sorun şu ki  kadının gençlik zamanlarında belli bir zaman diliminde Romeo’sunu bulamamış olsa da  kendsin ideal eşini bulduğuna inandırma çabalarını  gözlemleyebilirsiniz. Ama  bu esnada bazı  erkekler de aşağılık duyguları içinde kıvranırken, kendisini sevmemesi bir yana pek de takdir etmeyen bi kadına karşı kendisini kanıtlamak için ellerinden geleni ardına koymazlar. Bunlardan biri bölümü devlet yönetmeye aday olurlar; yani halk tabiri ile söylersek  siyasete girerek “Büyük adam” olma telaşına düşerler.

“İnsanların siyasete girmesinin tek nedeni evliliklerinde mutluluğu bulamamalarıdır” demişti, tarihçi –yazar Nortcote Parkinson.Yine de bu insanlar evliliklerinde  her zaman  mutsuz mudurlar derseniz, bu iddia üzerinde şöyle bir açıklama getirebiliriz. Çocukları yetiştirirken,  belli bir sosyo-ekonomik güvenlik çemberi oluşturma çabası içinde gençlik yılları geride kalıp da pek de sevilmemiş bu orta sınıf aydını için artık kendini kanıtlama zamanı gelmiştir ve bunun en kolay yolu da devlet yönetmeye talip olup büyük adam olmak ve hiç olmazsa karısının gözünde bir nebze olsun saygı görmeyi ummak motivasyon kaynaklarından biridir.
“Büyük adam” olmaya genellikle toplumun ekonomik ve sosyal yönden güçlü ve sermaye sahibi kesimlerinden neden pek talep gelmiyor? Türk siyasi tarihinde bir zamanlar holding patronu olup da, böyle bir işe soyunmuş hatta bu uğurda parti kurmuşlar iki kişi vardı. Kısaca bahsedersek bunlardan biri  22 Aralık 1994'te, işadamı Cem Boyner'in liderliğinde  Asaf Savaş Akat, Cengiz Çandar, Can Paker, Etyen Mahçupyan, Kemal Anadol, Mehmet Altan, Kemal Derviş gibi sanayici işadamı, yazar ve akademisyenin katılımıyla kurulan Yeni Demokrasi Hareketi Partisiydi. Kurulduğundan itibaren medyadan büyük destek gören YDH bu ilgiye rağmen katıldığı 1995 Genel Seçimleri'nde büyük bir hezimete uğramış ve aldığı 133,889 oyla, % 0.48'lik oy oranında kalmıştı.Bu başarısızlıktan sonra, Nisan 1996'da Genel başkan Cem Boyner, YDH'nin misyonunu tamamladığını düşündüğünü belirterek görevinden ve YDH den istifa ettiğini açıklamıştı.

Bir diğeri ise yine bir işadamı olan Cem Uzan tarafından 10 Temmuz 2002 tarihinde kurulan Genç Partiydi. Ancak tesadüfe bakın ki o dönemde de  erken seçim kararı alınması sonucu, seçimlere katılabilmek için Genç Parti, kendini feshetmiş, Hasan Celal Güzel'in kurucusu olduğu Yeniden Doğuş Partisi ile birleşmişti. Ve sadece 3-4 aylık bir çalışmayla, herkesi şaşırtan bir sonuç elde edip 2002 seçimlerinde % 7,25 oy almıştı. Barajı geçemese de bu oran, Cem Uzan’ın en büyük başarılarından biri oldu. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde  ise %3.03 oy alan Genç Parti, 29 Mart 2009 yerel seçimlerine ve 2011 genel seçimlerine katılmama kararı almıştı.  Uzan, 2003'te Bursa'da bir Genç Parti mitinginde dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği için hakkında dava açılmıştı. Sonrasında Uzan'a denetimli serbestlik çerçevesinde, öfke kontrolü için kitap okuma cezası verilmişti. Ancak okuduğu kitaplar pek bir işe yaramayınca o da eleştirilerin dozunu arttırmış ve iktidarı kızdıracak sözler söylemeye devam etmişti. Ama önemli olan doğruyu veya yanlışı söylemek değil onları söyleme zamanı olduğu açıktı. İşte hayatın her alanında birçok meslek grubunda olduğu gibi, politika ya da diplomasideki başarının, bu açıdan bakıldığında her şeyden önce bir kişilik sorunu olduğunu söylemeliyiz.
Şimdi bu iki şahsiyet maddi açıdan ve eğitim düzeyleri itibari ile  toplumun yoksul kesimleri tarafından zaten “büyük adam”  kabul edilebilirdi, kaldı ki bu düzeyde insanların başka ilham kaynakları olmalıydı;  büyük olasılıkla ülke siyasetine entelektüel birikimleri ile bir katkı vermek istiyorlardı ancak Orta Doğu coğrafyasında  hakim olan  politik arenada  ne söylediğinizden, çok nasıl söylediğinizin önemli olmasıdır. Halk tabiri ile söylersek tuzu kuru ve zengin görünümlü bu iyi eğitimli zeki insanların zamanlama sorunu olduğunu düşünülebilir ve bu bu noktada Şemsi Tebrizi’nin şu sözlerini çok anlamlı buluyorum:  “Gençliğimde aradığımı, yaşlılığımda buldum neylersin. Ya ben erken geldim, ya sen geç kaldın vuslata, Neylersin. Kader.” Bu açıdan bazı insanların söylediklerinin toplum tarafından algılanabileceği tarihten önce dünyaya gelmiş oldukları yönünde elimizde oldukça güçlü kanıtlar olduğunu söyleyebiliriz.

İnsanlığın bütün sorunları, kişinin tek başına bir odada sessizce oturamamasından kaynaklanır demişti  Blaise Pascal ve ondan yaklaşık 400 yıl sonra  Sakirus adlı bir başka filozof   “Her girişim aslında kendinize bir dert yaratmaktır, ama hangisi buna değer onu bilmek önemlidir ”  diyerek farklı bir bakış açısı getirmişti. Anlaşıldığı kadar ile he ne kadar Türk toplumuna batı standartlarında bir aristokrasi olmasa da Türkiye’de halkın  “sosyetik” diye bildiği kesim siyasetle uğraşma yerine,   genellikle  ticaretle uğraşmayı tercih ediyorlardı.

Belki nedenlerden bazıları ; bu koşullar altında siyaseti değil de siyaset yapacak kişileri bulamadıkları  için, belki  halktan biri gibi gözükemedikleri  ya da onların dilinden anlamadıkları için olabilir;  ancak  kim ne derse desin halkın kendine özgü bir dili vardır ve halk daima yoksullukla eşdeğer olarak anıldığı için sorunlara ve çözüm önerilerine karşı  genellikle çok duygusal tepkiler verdikleri varsayılabilir. Onların  yoksulluğunun kendine özgü çaresizliği ve romantizmi içinde onurlu ve gururlu   bir hayatı içselleştirmeleri çok anlaşılabilir  nedenler olsa da; özel yeteneklerin ve becerilerin olmadığı bir ortamda  - otoritelerin onları “adam yerine konacak” zenginlikleri olmamaları yüzünden, kendilerini kanıtlamakla yükümlüdürler ve bu onlar için daima çok yorucu olmuştur; tıpkı normal gözükme çabasının yorucu olması gibi..
Bu yüzden siyasete girip “büyük adam” olma merakı ile birlikte, halkın arasından milletvekili,belediye başkanı, asker, polis, savcı, hakim ve  benzeri görevlere aday olan ve böylece kendilerini  önemli biri gibi hissedebilecekleri  işleri tercih etme eğilimi  anlamlıdır;  ancak anlamsız olan devlet yönetirken yoksulluktan ve yoksunluktan gedikleri için ruhsal mutasyona uğramış olmaları nedeniyle kararlarında rasyonel olmaktan çok duygusallığın ağır basması ve diplomasiyi bilmemeleridir. Sağlıklı  ve mutlu bir çocukluk döneminin ne kadar önemli bir evre olduğunu konunun uzmanları  her zaman dile getirirler ve bu görüş her zaman kabul görmüştür; nitekim bilimsel anlamda, müzik kulağınızın ya da hangi tür müzikten zevk alacağınızın  bile çocukluk döneminde belirlendiği iddia edilirken;  sabahın köründe göbek atan insanların olduğu bir ülkede kenar mahallelerde yetişen ve iki kültür arasında sıkışmış bazın insanlar için kendilerini yenilemek ve göründüğü kadar kolay olmaz. Çünkü batı normlarına göre düşünmeleri ancak şark standartlarında harekete etmeleri büyük bir çelişki yaratır da ondan.

Kişisel bazda bir Rönesans yaratılabilmesi için büyük annesi ve büyük babasınından kültürel bir miras kalmamış ve böylece   kültürel bir uzlaşma zemini bulamamış dolayıs ile  hayatlarının gençlik dönemlerinde itilip kakılmış insanlar, kendilerini kanıtlamak için  aslında duygusal olan yapılarını saklama gereğini duyarlar ve belki geceleri bir köşede sessizce ağlarlarken kamuoyu önünde sert, kararlı ve güçlü bir lider portresi çizmek için kendi yazdıkları bir senaryonun kahramanı olmak zorunda kalırlar. Bir kez bu yola girildi mi Dante’nin dediği gibi burası onların cehennemidir ve içeri girerken geride bırakmaları gerekir tüm umutlarını..
Ancak ister sosyetik olsun isterse halkın zeki ve eğitimli kesimleri olsun;  siyasetten uzak durup bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen insanlar  Plato’nun dediği gibi politika yapmaya katılmaktan kaçınmanın bedelini kendilerinden  aşağı seviyedeki insanlar tarafından yönetilmekle öderler.Öte yandan  Voltaire’in dediği gibi hükümetler yanlışken sizin haklı olmanız hayatınızı daima tehdit edecektir.İster zengin ister yoksul olsun tehdit altında yaşamlar ise  asla mutluluğun konusu olamaz.