Güney yarım kürenin altında kalan bazı ülkelerin demokrasi adı altında kendine özgü rejimleri vardır  ve bu ülkelerin  başta ekonomik ve  siyasi sorunlar olmak üzere, terör, çevre sorunları, işsizlik, sansür ve otokrasi,  hukuki ve bürokratik sorunlar, insan hakları ihlalleri  gibi saymakla bitmeyecek kadar  dertleri olduğu bilinir. İşte bu ülkelerde gazete yazarlarının konu bulmakta sıkıntı çekmediklerini düşünebilirsiniz,  ancak görünen o ki  onların bu tarz  dertleri  yazmalarından  çok nasıl yazacakları konusunda sıkıntıları olduğu su götürmez bir gerçek. Garip olan ise dertleri dile getirirken de dert yaratmaktır.

Yanlış zamanda yaşadığı için herhangi biri olarak kayıtlara geçen ama antik Yunan’da yaşasaydı filozof olarak adlandırılacak olan babam Sakirus bize şöyle derdi: “ Kendinize gereksiz yere dert yaratmayın” Anlamı:  “Mutlu olmak istiyorsanız insanları gereksiz yere kızdırmayın”  İşte o cümle içindeki şu  “gereksiz” kelimesi onun için mutluluğun ve huzurun anahtarıydı. Gereksiz yere yapılan her şey pek doğru gelmezdi ona. Ama neyin gerekli neyin gereksiz olduğu ise tartışmalı bir konuydu. Ama anladığımız kadarı ile insanların zeka ve kültürel yönden sizinle aynı düzlemde olamayacağı varsayımından hareket ediyordu. Çünkü hiçbir şey yapmadan yerinizde oturmuş olsaydınız büyük olasılıkla eşiniz dışında  sizi kimse pasif biri olmak dışında eleştirmeyecek veya suçlamayacaktı ama insanın bir özelliği de kendine idealler yaratarak yaşamına bir anlam katma çabasıdır. Oysa ortalama 25-30 bin gün süren bir hayatın özünde bir mantık yoktur, tüm yaptığımız belki de kendimizi en ideal şekilde oyalamaktır. Ben Sakirus’un vermek istediği mesajın bu olduğunu varsayarak  onun mesajının “ Durum buysa başını derde sokmaya değmez”  şeklinde anlamıştım.
Bir başka açıdan ise yaşadığınız topluma karşı  vereceğiniz  tepkiler  her zaman  yoruma açıktır.  Yani birisine aptal demekle yetersiz demek arasında bir farkın olmasına benzer bir şeydir bu. Aslında her ikisi de aynı kapıya çkar ama aptallık ithamı kişiyi kızdırır. Üstelik  bir zamanlar gerekli olan bir söylem veya eylem  suç olabilirdi ama bugün gereksiz bir şey de  suç olabilir veya bir zamanlar herhangi  bir söylem veya eyleminiz  suç kabul edilirken bugün bu kapsamda değerlendirilmez,
Bir şey yapılacaksa yani bir şey yapılmaya cüret edilmişse ya da başka bir deyimle bir risk alınmışsa yapılan şey ne olursa olsun birey veya toplum için kesin bir çözüm olmalıdır. Aksi takdirde konuşmalar ya da eylemler bir polemikten öteye gitmez;  gitmekle de kalmaz  zaman ve para kaybına yol açar. Öyle ise bugün bir şey yapıyorsanız kimbilir belki de bugün için bir dert yaratıyorsunuz. Dert yaratmak ise soru sormak demektir ve bu yüzden sorular daima hayatı biçimlendiren en önemli faktör olmuştur. İşte sözde demokrasi olan ülkelerde gerek gazeteciler gerek sanat ve bilim insanlarının soracağı soruların dert mi yarattığı yoksa toplumun gelişmesine katkıda mı bulunduğu tartışma konusudur. Sanıyorum sorulan sorular çıkarlara paralellik göstermiyorsa dert yaratılmış kabul ediliyor, yani bir bakıma  otoriteye meydan okumak olarak algılanabiliyor. Zaten mutluluk da bu değil midir?  Bir şeyin ne olduğundan çok ona nasıl tepki verdiğinizle doğru orantılı olması halidir. Soru soran insanları gerçekçi olmaktan çok kötümser ve art niyetli olarak gören bir anlayış söz konusu olduğunda ise durum gerçekten vahim bir hal almıştır.

Ben bu yaklaşım içinde Sakirus’un görüşünü bir insan ne yaparsa yapsın yapılan şeye değmeli diyerek  geliştirmeye çalıştım, hiç kuşkusuz bu noktada söylemler ya da eylemlerin göreceli şeyler olduğu iddia edilebilir ancak kendinize ve topluma zarar vermeden ve insanlığın yararı olduğu konusunda görüş birliğine varılan her söylem ve eylem için verilecek çabaya değeceği çok açıktır.

Örneğin politik  arenada  iktidar ve muhalefet yapılan şeylerin değip değmediği konusunda tartışmaya girmiş gözüküyorlar. Örneğin Şeker Fabrikaların özelleştirilmesi iktidara göre halkın yararına muhalefete göre ise birilerinin yararına olacaktır ;  Çiftlikbank diye bir senaryo yazan ve bunun oyuncularını da kendisi seçen Mehmet Aydın diye biri de halkın yararına bir şey yapmak isterken belki de işler öyle bir gelişti ki, her şey onun yararına oluverdi. Şu çiftlik kelimesi George Orwell’un Hayvanlar Çiftliği adlı kitabında  geçen  bir cümleyi aklıma getirdi, o da şuydu: Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları diğerlerinden daha eşittir”

Gerçekten de öyle gözüküyor, şöyle de diyebiliriz;  insanlar uyanıktır ama bazıları diğerlerinden daha uyanıktır ya da isterseniz cümleyi şöyle çevirelim.  “Bazı insanlar saftır ama bazıları diğerlerinden daha saftır ” Öyledir- çünkü öyle olmasaydı daha önce Banker Kastelli adı ile  bilinen Cevher Özden milli gelirin 70 milyon olduğu zamanlarda 100 milyar para toplayamazdı. Bunlara Sülün Osman, papatyalı banker olarak bilinen Banker Bako,  dönemin başbakanı Tansu Çiller’i dolandıran Selçuk Parsadan ve Titan Saadet Zinciri ile 16 bin kişiyi dolandıran Kenan Şeranoğlu da diğerlerinden daha uyanıktılar. Gerçi uyanık olma durumu ile zeki olmak  çok sık karıştırılan iki kavramdır  ancak  ekonomik sistem içinde başarının kazanılan para ile doğru orantılı olduğu varsayılıyor olsa bile   kimse kimseye de kazandığın paranın  yasal olup olmadığını  sormaz. Çünkü sorduğunuz kişi bunu bir hakaret olarak algılayabilir oysa  zekasından  ve becerisinden kuşkulandığınız birileri varsa bunu sorma cüretini göstermeseniz de bunu düşünmemeniz kolay bir şey değildir. Ama kendinize dert yaratmak isterseniz o kişi veya kişilere kazandığınız para yasal mı diye sorabilirsiniz. Ama bu konuda da bu kez tanıdığım yaşlı bir kadının güzel bir sözünü aktarmak eğlenceli olabilir. Şöyle derdi:  “Zengine dokun da geç, fakirden sakında geç” Çünkü fakirlik kolay iş değildir, üstelik fakirlik sağlığınızı hatta yaşam sürenizi ve mutluluğunuzu birinci derecede etkileyen en önemli belirleyicidir, dolayısı ile bu sözde bir yaşanmışlık olduğunu düşünerek ona gereken özeni gösterdiğimi söylemeliyim. Bu durumda yasal olmasa da zengin olan birine dokunmak yarar getirirse ya da böyle bir olasılık varsa bu durumda kimse size kazandığınız para yasal mı diye sormaz. Hatta bir dönem yurtdışından getirilecek paraların kaynağı sorulmayacaktı, çünkü neticede milyonlarca dolar yasal olmasa da ülke dışında olacağına memlekete getirilmeli düşünüldü, belki oldukça pragmatik bir çözümdü ama bir çözümdü. Kim bilir belki bir gün Çiftlik bank’ın uyanık ceo’sunun yurtdışına kaçırdığı paralar da bu şekilde yeniden ülkeye dönebilir. Gerçekten bu noktada konuya uyan bir başka deyiş ise şudur: Bir şey bir kez olduysa yine olabilir. Nitekim olan her şey her zaman bir kez hatta birden fazla olmak üzere gerçekleşmiştir. Bu bana göre bir doğa kanunudur, örneğin bilim insanları dünyanın yeniden buzul çağına gireceğini, hatta güneşteki helyumun dahi bir milyon yıl içinde tamamen tükeneceğini ve söneceğini hesaplamışlardı.  Ay dünyaya milyonlarca yıl içinde o kadar yaklaşmıştı ki sonunda dünyaya çarpmış ve dünyanın ekseni 23,5 dereceye gelmiş ve bu da hayatın başlangıcı olmuştu ve şimdi bu süreç tersine işliyor. Kıtaların birbirinden ayrılması gibi yeniden belirli konumda bir araya gelecek olmaları da öyledir, yani yaşam sürekli tekrarlardan oluşan devinimlerdir, tıpkı tarihin sürekli tekrarlanan yalanlardan oluşmasına benzer bir durumdur bu ve o yüzden tarih kendini tekrarlar diye bir söz söylenmiştir, olmayacak denilen bir şeyin yeniden olması  yüzünden, veya yıkılmayacak denilen imparatorluklarına yıkılması yüzünden çünkü dünyada kurulmuş tüm imparatorluklar yıkılmıştır.

Dolandırıcılar ise her zaman olacaktır, bundan sonra da birilerini ya da toplumun bir bölümünü kandıracaklardır, çünkü eğitilmiş olsa bile insanlar özünde saf ve iyi niyetlidirler, bir şeye bağlanmak ya da güvenmek isterler, bir şeye inanmak isterler ama insanların çoğu böyle olsa bile bazıları diğerlerinden daha kurnaz ve daha kötüdürler. Ama dert olan bazılarının daha kötü olması değil daha saf olmasıdır.