Eylül ayında beklentilerin neredeyse 2 katı olarak gerçekleşen enflasyon rakamları, 2001 yılında yaşanan krizden bu yana en yüksek artışı gösterdi ve yüzde 6,3 arttı. Yıllık enflasyon ise yüzde 24,52 oldu.

Bugün açıklanan enflasyon rakamlarını değerlendiren İstanbul Kültür Üniversitesi (İKÜ) İktisat Bölümü Öğretim Üyesi ve Ekonomist Prof. Dr. Sinan Alçın, "Son iki yıl içerisinde yaşadığımız enflasyonun temel karakterine baktığımızda maliyet itişli olduğunu görüyoruz. Bunu, yine bugün açıklanan yurt içi üretici fiyat endeksinde (Yİ-ÜFE) de gördük; yüzde 46’yı aşmış durumda. Bu gerçekten rekor bir seviye. Yüzde 25’lik tüketici enflasyonun üzerinde seyrettiği sürece onu yukarıya çekmeye devam edecek. Özellikle son bir yıl içerisinde, üretici maliyetlerinin hızlı artışının gerisinde ne var diye baktığımızda da iki faktör göze çarpıyor. Birinci sırada enerji maliyetlerinde yaklaşık yüzde 78’lik bir artış var. İkinci sırada ise ara malları göze çarpıyor. Bu durum da bize imalat sanayimizde özellikle ithal girdiye bağımlığın nasıl sonuçlar yarattığını göstermesi açısından çarpıcıdır. Elbette enerji ve ara malı maliyetlerindeki artışın gerisinde döviz kurundaki sıçrayışın da önemli bir etkisi var" ifadelerini kullandı.

"FON PROBLEMİ İLE KARŞI KARŞIYAYIZ"

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) politika faizini 625 baz puan artışla yüzde 24'e yükselttiğini anımsatan Prof. Dr. Alçın, "Bu artış döviz kuru üzerinde bir duraksama yarattı. Son bir haftaya baktığımızda da geriye doğru bir çekilme söz konusu. Yalnız, enflasyon verisiyle birlikte düşündüğümüzde bu döviz kurundaki gerilemenin farklı sonuçlar yaratabileceğini de görüyoruz. Çünkü özellikle bu faiz artışıyla geriletilen döviz, enflasyonda sıçrama etkisi yaratmış durumda. Dolayısıyla bir fon problemi ile karşı karşıyayız. Bu ay 10 milyar dolarlık borç ödememiz var. Kasım ayında biraz düşüyor ama aralık ayında bu katlanarak artıyor. Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde reel döviz rezervinin 17 milyar dolar düzeyine kadar gerilemiş olması risk sinyallerini arttırıyor" dedi.

IMF'NİN KAPISI ÇALINACAK MI?

Sözlerine, "Her ne kadar siyasi gibi gözükse de Brunson krizinin çözülme ihtimali, dövizde geriye doğru hareketin 5.5 lira seviyelerine kadar gelebileceğini gösteriyor" diyerek devam eden Prof. Dr. Alçın, "Bir diğer taraftan da IMF veya benzeri bir düzenleyici kurum tarafından Türkiye’ye fon sağlanma ihtimalinin de ortaya çıkabileceğini işaret ediyor. Bu iyimser bir senaryodur ve gerçekleşirse Yeni Ekonomi Programı’nda (YEP) konulmuş olan hedeflere belli ölçüde yaklaşılabilir. Yoksa bugün sadece enflasyon oranı üzerinden düşünecek olursak, yıl sonu yüzde 20 civarında beklenen enflasyon, tahminin 5 puan üzerinde gelmiş durumda. Dolayısıyla hedeflerin revize edilmesi problemi de karşımıza çıkacak" şeklinde konuştu.

ASGARİ ÜCRETLİNİN ALIM GÜCÜNDE DÖRTTE BİRLİK KAYIP

Enflasyonun ‘hayat pahalılığı’ olarak yansıdığının altını çizen Prof. Dr. Alçın, "Yüzde 25’lik bir enflasyon özellikle düşük gelire sahip kişiler açısından satın alma gücünün de yüzde 25 oranında erimesine yol açıyor. Dolayısıyla yeni dönemde başta asgari ücret olmak üzere, ücret artışlarının revize edilmesi gerekiyor. Tabii bunun da ekonomi üzerinde, orta ve uzun vadede yaratacağı etki bu enflasyonist beklenti ve baskının da artması yönünde olacak. Asgari ücretle maaş alan bir kişi, aslında son bir yılda yaklaşık 400 liralık bir kayıpla karşı karşıya. Yani geçen yıl aldığı 4 maldan birini, bu yıl yaşanan bu enflasyon oranı nedeniyle alamaz hale geldi" dedi.

GELİR AZALIRKEN HAYAT PAHALILAŞIYOR

Ekonominin güçlü bir soğuma içerisine girdiğini dile getiren Prof. Dr. Alçın şu açıklamalarda bulundu:

"Bunu özellikle geçtiğimiz hafta açıklanan PMI verilerinde de gördük. İkinci ay üst üste yüzde 50’nin altında geldi. Bu resesyon anlamına geliyor. 6 aydan uzun süren resesyonlar da bizim açımızdan reel kesim krizi olarak tanımlanacak bir ortam doğurmaya başlıyor. Dolayısıyla güçlü bir durgunluk içerisine giriyoruz. Bu durum beraberinde enflasyon üzerinde özellikle tüketici üzerinden düşündüğümüzde tüketim eğilimini azaltacağı için enflasyon üzerindeki baskıyı birazcık frenler. Fakat bizdeki enflasyonun son iki yılda tüketim yani talep çekişli olmaktan ziyade maliyet itişli olması sebebiyle; maliyetlerdeki artışın azalması gereği ortaya çıkıyor. Şimdi bu olmadığı zaman, eğer bir taraftan ekonomide durgunluk ve buna bağlı olarak iş yeri kapanmaları, işten çıkarmalar veya ücretlerde kesintiler yaşanırken bir taraftan da örneğin yüksek seyredebilecek bir döviz kuru sonucunda enerji ve ara malı maliyetlerindeki artışa bağlı yaşanacak enflasyon hiç istemediğimiz, 1970’lerde yaşanan stagflasyon olgusuyla bizi karşı karşıya bırakabilir. Yani bir yandan gelir azalırken bir yandan da hayat sürekli olarak pahalılaşıyor. Bunun çözülebilmesi için beklenti yönetimi çok önemli. YEP aslında bunu hedefleyen bir amaçla açıklanmıştı. Hedefler gerçekçi düzeylerde fakat bunun nasıl sonuç vereceği uygulamada nasıl ortaya konulacağı ile ilgili."

"MERKEZ BANKASI YENİ BİR FAİZ ARTIŞIYLA DA KARŞI KARŞIYA KALABİLİR"

Bu gidişatı tersine çevirmek adına ilk olarak geleceğe yönelik beklentileri olumluya çevrilmesi gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Alçın sözlerini tamamlarken şunları belirtti:

"Bu beklentiler enflasyon üstü olduğu sürece firmalar maliyet artışları sonucunda (ki yüzde 46’lık bir maliyet artışından söz ediyoruz) fiyat artışı yapma eğilimine girecektir. Çünkü firma ‘Ben bunu bu fiyattan satarsam geri döndüğümde enerji, ham madde, ara malı alabilecek miyim? Ya alamazsam’ diyerek fiyat arttırıyor. Biz bunu 80’li, 90’lı yıllarda yaşadık. En son 1994 yılında yüzde 144 enflasyonu gördük. Mevcut durum içerisinde de ben hiperenflasyon çıkacağını düşünmüyorum ama bizim o geçmiş dönemde yüksek sürekli/sürünen enflasyon dediğimiz bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. Burada kilit problemimiz güçlü maliyet artışıdır. Döviz kuru üzerindeki baskıyı azaltmak gerekiyor. Belki şimdi Merkez Bankası yeni bir faiz artışıyla da karşı karşıya kalabilir. Bu aşırı değerli döviz kurundan bir geriye dönüş gerekiyor. İkinci olarak da üretim içerisinde yabancı girdi oranını kademeli olarak düşürecek bir üretim yapısına geçmemiz gerekiyor. Biz imalat sanayinde bu yüzde 60’lara varan bağımlılık düzeyini devam ettirdiğimiz sürece farklı bir sonuç ortaya çıkmaz. Kırılganlığımız artar."

Editör: Haber Merkezi