"Günaydınnnnn... 
Günaydınlar ülkem kadını... 
Güzelim kazanımlarımızı birer birer... 
Göz göre göre...
Görmezden gele gele...
Yitirdiğimiz...
Seçme...
Seçilme...
Haklarımızı...
Nerelerde kullanacağımızı artık bir türlü bilemediğimiz...
Farkındalığımızı yitirdiğimiz...
Hatta bu...
Çok ama çok  önemli hakkımızın kötüye kullanılmasına dahi fırsat verdiğimiz...
Bu büyük günün...
Kazanımının önemini...
En kısa zamanda yeniden algıladığımız günlerde...
Buluşmak dileklerimle...
Günaydınlar yurdum kadını...
Ve tüm güzel insanlar...
Günaydınlar olsun...
Biz bu ülkeyi böyle kurduk...
Yine...
Yeniden...
Böyle de kurtaracağız..."
           
Atatürk'ün 80 yıl önce Türk kadınına seçme ve seçilme haklarını tanıyışının yıldönümü (5 Aralık) sabahında ilk aldığım mesajdı bu. Sivil toplumdan tanıdığım ve hala sivil toplumcu kalan, iktidar, valilik, belediye... gibi kanallardan destek almak yerine, kendi yağlarıyla kavrulanlardan... Özetle sivil toplumun hakkını veren bir dosttan... Tam da sivil toplumun, belediyeler ve kadını "aile" ile tanımlayan bakanlık aracılığı ile çevrelenip etkisizleştirilerek kontrol edilişini sorgulayan bir yazı üzerinde çalışıyordum... Okuduğum bir makalede; uzun süredir kaygı ile izlediğim dönüşümü özetleyen cümle çok çarpıcı: "Sivil toplum siyasette belirleyici konuma gelmedi; aksine devletin şubesi olmaya talip oldu ve/veya paralel bir devlet gibi işlemeye başladı." diyordu yazar. 
           
Kadın hareketinin zaman içinde güç yitirmesi de; sivil toplumun iktidar ve muhalefet diye ayırmaksızın siyasetin malzemesi yapılması ile ilişkili. Siyasete baskı kanalı olmaktan çok, birilerinin kendilerini tanıtma alanı ve siyasetten aldıkları olarak işletiliyor daha çok... Sorunlar belli günlerde konuşmalar ve genel ya da yerel iktidarın belirlediği konuşmacılarla dillendirilerek geçiştirilirken, iktidarca verilmek istenen satır arası mesajlar daha öne çıkıyor. Yereldeki kadın etkinlikleri, yerel güç odağı kişinin gövde gösterisine dönüşüyor. Sorun alanlarına neşter vurulup, yara açık bırakıldıkça kanıyor ve kadının hak alanındaki birikimlerinin ellerinden alınışına bilerek/bilmeyerek katkı koymuş oluyorlar. 
           
Kazanımlarımızı ve bu kazanımları yaşam pratiğinde nasıl var edeceğimizi, hakları kullanılabilir hale nasıl getirebileceğimizi, nasıl özgürleşeceğimizi ve en önemlisi eşitlik taleplerimizi konuştuğumuz alanda artık iktidar kontrollü mesajlar yükseltiliyor. Paradoksal olarak, kadın örgüt sayısı artıyor ancak kadın hareketi daha güçlenmiyor, güç yitiriyor. Tıpkı siyasal parti sayısının yüzleri bulmasına karşın, ülkede muhalefetin parlamento içine kıstırılıp, iktidar odaklı açılımların destekçisi yapılması, iktidar alternatifi olmak yerine, benzer politikalara saplanıp, paralel güç olmaya kalkışması gibi. Yine; çok kanallı TV, sayısal olarak çok görünen yazılı basın ile tek sesli yayın yapılması, her gün her saat yürütmenin çeşitli vesilelerle propaganda yapıyor olması, muhalefete seçilmiş sözcükleri ile kısıtlı yer verilişi ve bu söylemlerin tartışma konusu yapıldığı programların çoğaltılışı gibi... Çoğulcu görüntü, tektipçi otoriter iktidar anlayışının ilerletilişine örtü, tepkilere fren işlevini görmekte.
           
Cumhuriyet kazanımlarının tuğlalarının sivil toplumdan dolanarak bir bir söküldüğü bir süreçten geçerken, en önemli talebimiz olan "eşitlik", "fıtrat" engeline takılınca; "fıtratımız farklı, öyleyse eşit olamayız" diyerek sineye çekeceğimiz yanılgısındalar. Erkeklerin kendi aralarında farkları yok mu? Hepsi zihinsel, fiziksel, kültürel, ekonomik... olarak aynı güçteler mi? Ayrıca, bazen erkeklere ait gösterilen  işlerde kadınların daha büyük başarı gösterdiğine tanıklık etmiyor muyuz?!.. 
           
Halen yürürlükte olan (!) anayasamızın 10.  maddesi: "Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür." demekte... 1900'lü yılların başında; Türkiye'de "Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı işlemezse, o sosyal toplum felçlidir." diyen büyük lider Atatürk; Türk kadınının toplumsal yaşamda hak ettiği yeri alabilmesinin önünü bir dizi devrimle açmıştı. En büyük devrimlerinden biridir "kadın devrimi". Karşı devrim, görünürlüğünü kadının örtünmesi üzerinden çoğaltırken, biriktirdiğimiz kazanımların içini de boşaltmakta...
           
2000'li yıllarda, Türkiye anayasalı ama anayasal olmayan süreçten geçerken, kendisini tüm kurumların üzerinde görenlerin getirdiği kısıtlarla rejim otoriterleştikçe kadının haklar alanı boşaltılmakta ve anayasa hükmünün eşitlikçi anlayışının yerine, "fıtrat" üzerinden ayrımcılık getirilmekte. Hakların verildiği süreçten bu yana geçen 80 yıldır bu alanın doldurulmasının önündeki engelleri kaldıramayışımızdı temel sorun, şimdi hakları kaldırmak isteyen zihniyete karşı mücadele vermek zorundayız. 
           
Şiddet ve cinayetlerin, eşitlikten kaçan anlayışla tırmandığını daha ne kadar görmezden geleceğiz?!.. 
"Tespit niteliğinde yazdıklarımız; sanki buzun üzerine yazar gibiyiz" diye düşünürken; "Biz bu ülkeyi böyle kurduk, yine, yeniden, böyle de kurtaracağız" diye yazmış sevgili Alev; buz da olsa her yere yazmalı, iz bırakmalıymışız... 
             
Günleri karartan gelişmelerden, "Günaydın, nerede kalmıştık?" diyeceğimiz aydınlık süreçlere uyanacağımız umudunu tazeleyen yazısı için teşekkür ediyorum kendisine.