İsviçre denilince birçoğunuzun aklınıza modern, adaletli ve zengin bir ülke geldiğini tahmin ediyorum. Bu geniş kapsamı özelleştirirsek ise Alp Dağları, kayak sporu, peynir ve çikolata ile birlikte çocukluğumuzun en önemli çizgi karakterlerinden Heidi aklınıza gelecektir. Sıradan bir elbisesi olan, kırmızı yanaklı ve herkesin yardımına koşan küçük kız Heidi'nin karla kaplı dağlardaki macerasındaki çıplak ayaklı oluşunu üyesi olduğum bir yazışma grubundaki paylaşıma kadar zihnimden silmişim. Onun büyükbabası olarak izlediğimiz yaşlı çiftçiyle arkadaşı Peter'in ayakkabıları varken Heidi, keskin taşların üzerinde ve soğuk havalarda bile hep çıplak ayaklıydı.
"Sözleşmeli Çocuk" diye Türkçe'ye çevrilebilecek 'Verdingkinder' kavramı kapsadığı karanlık ve acı öykü bilinmiyorsa hafif bir kavram olarak algılabilir. Yazar Johanna Spyri, 53 yaşında yazdığı Heidi aracılığıyla, çıplak ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır örtüsünün bir ucunu kaldırmaya gayret etmiştir. Küçük kahramanı aracılığıyla, Verdingkinder'lerin çocuk dünyalarına ve duygularına dikkat çekmeye çalışmıştır. Heidi, İsviçre'nin toplumsal tarihinde hatırlanmak istenmeyen bir gerçeğin simgesidir. Çocuklara karşı işlenmiş bir suçun yarattığı utanca tepki olarak doğmuştur. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün "köle çocukları" diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.
İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960'lı yılların başına kadar çocuk emeği sömürüsünün korkunç bir biçiminin uygulama alanı oldu. Devlete borcu bulunan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve kilise vasıtasıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi. Ancak 1974 yılında yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen, boşanan, fakir düşmüş ailelerinden "kurtarılmış" çocuklardı! Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra bile, uzun zamanlar boyunca İsviçre'nin konuşmaktan dahi kaçındığı bir tabu halinde üstü örtüldü.
Heidi öyküleri; ne kadar çocuksu; hatta karlarla kaplı dağlarda romantik gelirdi bizlere. Tarihlere dikkatinizi çekerim. Bu çocuk kölelik sistemi bizlerin hayatta olduğumuz yıllara kadar devam etmiş. Bugünün koşullarında tüyleri diken diken ediyor, tam bir korku filmi. 1920-30'lu yıllardaki Atatürk Türkiye'sini hayal edin bir de şimdi. Bugünün hükümeti sık sık o yılları acımasızca ve tarihsel gerçeklerle örtüşmeyecek şekilde eleştirirken durup bir daha düşünün isterim. Hele ki bugün çocuk gelinlere kolaylık sağlansın diye kamuoyu oluşturulmaya gayret edilirken.
Atatürk Cumhuriyeti ve Türkiye'si belki de çağının en modern devrimlerini gerçekleştirmiş, insan haklarına en çok değer veren hamleler yapmış bir yönetim anlayışına sahipti. Bu tarihsel gerçeğe gözlerinizi yummak, onu zedelemeye gayret etmek, bu toplumun kimliğini zedelemekten başka bir şey değildir. Bu sebeple, Atatürk'ün düşünce anlayışını ve modernizmini benimseyebilmek ve referans almak ülkemizin giderek uzaklaştığı çağdaş insanlık değerlerine yaklaşmasını sağlayacaktır.