Türkiye'de uzunca bir süredir "iktidar taşması" durumu yaşanıyor. Öyle ki, bu durum, hukuk devletinden uzaklaşmayı eleştirenlerin tespiti olmaktan çıkıp, iktidara yerleşen/yerleştirilenlerin itirafı olmaya başladı. İktidar nasıl taşar? Hukukun dışına çıkarak ve keyfi alan yaratarak. Yaratılan bu keyfi alan giderek genişletilip, derinleştirildikçe, işlemez halde olduğu üzerinden sistem sorgulanırken, asıl sorumlular,  sistemi işlemez hale getirenler sorgulama alanından uzaklaştırılmış oluyor. 
Bir ülke düşünün, bir buçuk ay  içinde, oldu bitti havasında, hem iktidar partisinin genel başkanlığı, hem de başbakanlık koltuğuna atama yapılabiliyor, memur atamalarından da kısa bir süre içinde... Daha Başbakan atanması ilan edilmemiş ama İzmir'in her yerinde, "İzmirli Başbakan"(!) yazılı afişler  var, bu afişler hâlâ durmakta. Bir yalan rüzgarı estiriliyor, ülkenin aydınlık yüzü kalmakta direnen kentte. "Şeyh uçmaz müritler uçurur" deyişi, İzmir'de de test edilip, onaylanmış oluyor. Hitler'in propagandadan sorumlu bakanı Göbbels'in; "yalan söyleyin, mutlaka inananlar çıkacaktır" deyişini de çağrıştıran bu afişler, bizi yöneten anlayışın da özeti.
       
Sistem bir bütündür, siz sistemin parçalarına müdahale edince, bütünlük bozulur ve sistem işlemez hale getirilir. Burada sorun, sistemin mantığı değil, sistemi mantığının dışına çıkaran kişilerdir. Kişileri sorgulamak yerine, sistemi sorgulayıp, başka bir sistem arayışına yönelmemizi tembih edenler, hukukun sorgulama alanının dışına da bu sayede kaçabilmekte. Bir kısır döngü ki sormayın gitsin.
Yine bir ülke düşünün, Başbakan tayin edilen, ayağının tozu ile, yapmamız gereken fiilî durumu yasal hâle getirmek. Bunun en iyi yolu yeni anayasa, başkanlık sistemi." açıklaması ile, hem kendisini atayanın, hem de kendi konumunun hukuki olmadığını ilan ediyor. Ne ki, kuvvetler ayrılığı prensibinin de bu fiililik durumundan nasibini  aldığı ve en önemli ilkesi yargı bağımsızlığı ortadan "fiilen" kalktığı ve yüksek mahkeme yargıçlarının, kendisini partili (cumhur)başkan olarak ilan edenle görüntülerle ilan ettiği için, ortada anayasa ihlali ve iktidar taşması var ama bunu sorgulayacak kurum yok. Ancak cesaret gösterebilen kişiler işaret edebiliyorlar!.. Bu da süreci durdurmaya yetmiyor. Muhalefet etme refleksleri kırılmış bir toplum, kendi iç sorunları ile boğuşan kendi içine kaçık, Mecliste de sıkıştırılan siyasal muhalefeti de ekleyince, iktidarın taşma keyfiyetinin kendi gücünden çok, kendisini frenleyecek güçlerin etkisizleştirilmesinden kaynaklı olduğunu görebilirsiniz.
         
Genel Başkan değiş tokuşu yapılan kongrede iplerle halef ve selefin boy görüntüleri kaldı aklımda, bir de salonu terk ettiklerinde, sadece giden başkanın bir koltuğa, yığılarak terk edilmiş görüntüsü. Geleni kucaklayıp götürmüşler, diğerini "değerli yalnızlığı" ile başbaşa bırakmışlardı. Türkiye siyasetinin özeti. Koltuğun kadar varsın.
Dağın zirvesi ile etekleri arasındaki mesafenin bu kadar kısaltılmış olması, "kimse için zirve yok" anlamına da gelmekte. "Kullanılabilirlik" başlıklı yazımı anımsattı bu görüntü. Süreç adı altında kurgulanan siyaset ilerletilirken, insanları, kurumları, kazıyarak çarpıtılan tarihimizi, değerlerimizi kullanıp atarak çözülüp zayıflatılıyor devlet mekanizması.
         
Algı operatörleri, Atatürk üzerinden Cumhuriyet tarihini kazıyıp, çarpıtırken kendi tarihimizi, değerlerimizi  yargılıyorlar.  Sen kendi tarihini yargılarsan, birileri de gelir seni kendi tarihinde yargılar. Nitekim, Almanya parlamentosu da bu giderek salgına dönüşen "sözde soykırım" orta oyununun sergilenmesine aracı olup, bizleri tarihte yargılamaya kalkıştılar. Parlamentolar yargı organı değildir. Bunu kendileri de biliyorlar, ancak Türkiye üzerinde oynanan oyunda rol alarak, akıllarınca kendi çıkarlarını kollamaktalar. Türkiye'yi AB üyesi olarak görmek istemeyen ülkeler çeşitli vesilelerle ısrarla anlatmaya çalışıyorlar.
        
Bu arada Türkiye de ısrarla, hukuku tedavülden kaldırıp, demokrasiyi askıya aldığını, fiili uygulamalarla tek kişi iktidarını meşrulaştırmaya çalıştığını her vesile ile anlatarak, AB ile aradaki mesafeyi açarak işlerini kolaylaştırmakta. Hukuken var olmayışın (hukuku yok saymanın) itirafıdır "fiilen varım" demek. Kendi yasası ile güç kazanma çabasının yoğunlaşacağının da ilanı.
Gücünü ne hukuktan, ne de  ulustan alıyor, bölünük hale getirdiği halkın bir kısmı üzerinden, korku ve baskı ikliminde kurulan sandıklarla güç tazeliyor görüntüsü içinde bir taşkın iktidarla Türkiye, diğer ülkeler nezdinde sürekli güç yitiriyor.
         
Sorun, parlamenter sistem değil, parlamenter sisteme tutunarak gelen iktidarın niteliği. Türkiye'de değişmesi gereken de bu.  Ya iktidarın niteliğini değiştireceğiz, ya da bugün iktidarda olanlar fiilen baskıladıkları Cumhuriyet rejiminin niteliklerini değiştirecekleri kendi anayasalarını yapacaklar. Partili Cumhurbaşkanı olmaz. Partili olunca sadece partinin başkanı olunur. Cumhur hepimiziz... Partisi üzerinde etkisini her vesile ile anlatan hepimizi temsil etmiyor demektir.
Bu aralar herkese soruyorum. "Alman Cumhurbaşkanı'nın ismi ne?" diye... Kimse bilemiyor. Başbakan Merkel'i tanıyorlar!...
Nedense (!) orada fiili bir durum yok. Hukuk dışına ancak, bizim gibi içeride (her an kendi içinden düşürülebilen) zayıf hükümet ve uydulaşan (sözde) muhalefetin olduğu ülkelere karşı parlamentolarına taşıdıkları yasalar ile çıkıyorlar. Kendi içlerinde hukuksal, bizim gibi kurumsallaş(a)mamış olan ülkeler için hukuk dışı yöntemlerle güçlerini koruyorlar. Burada bizim ne yapacağımız önemli.
Malum, ülkemizin tek bir gündemi var; partili başkan modelini tez elden resmileştirerek yönetimi tek parti üzerinden bir kişiye tamamen teslim etmek.
Ülkemiz, hukuk devleti olma iddiası ve parlamenter sistem ile daha güçlü bir ülkeydi. Yönetimde fili ve keyfi alan genişledikçe, dışarıdan daha fazla sıkıştırılır oluyoruz. Türkiye, başkancı sisteme doğru ilerletilmek istenirken, bölgede ve dünyada kan kaybediyor.

Sözde soykırıma gelince; parlamentolarından bu kararları çıkaranları aynı hataya düşüp kendi tarihleri ile yargılamayacağım. "Almanya soykırımın tarihini yazmıştır", demek yeterli. Günümüzde gözümüzün önünde yaşanan insanlık dramını para karşılığı Türkiye'ye ihale etmeye kalkışanların önce kendilerine dönüp bakmaları gerekmez mi? Adına "Suriyeli mülteciler" dedikleri ayıpla yüzleşmek yerine, tarihin saptırılması üzerinden Ermenilerin toprak taleplerine zemin hazırlanmasına hizmet ederek, bölünmüş Türkiye düşlerinin peşinde koşmaktalar. Destekledikleri Ermeniler de değil aslında; Türkiye'nin bölünmesi!.. İşlerine geldiğinde terör örgütlerinin yanında durmaları ve bu örgütleri desteklemeleri de bu yüzden değil mi?
Bizim payımıza neden sadece tepki vermek düşüyor?
Neden durduran bir güç olamıyoruz?
Neden kararlı ve ısrarlı bir dış politikamız yok?!...
Bizi içimize gömen süreçten bir an önce çıkmalıyız. Bunun yolu parlamenter sistemi tüm kurum ve kuralları ile yeniden işletmekten, hukuka ve demokrasiye geri dönmekten geçiyor.