Bir zamanların Bizans semti  Balat`ın ara sokaklarinda bir sokağın ortasında güleç bir yüzle el sallayan kız beklediği konuğunu görmek için oturduğu evden dışarı çıktığında, ilk bakışta bir labirentte kaybolmuş izlenimi veren bir adam onu görünce denizde imdat cağrısına cevap bulmuş  bir denizci gibi küçük  bir sevinç  gösterisinde  bulunarak ona doğru hızlı adımlarla ilerlemeye basladı. Genç yazarın bu sokaklarda kaybolmasına ramak kalmıştı, ama bu renkli  görüntülere sahip sokaklarda gezinmek o kadar eğlenceliydi ki, sanki biraz daha kaybolsam da  farketmez diye düşündü bir an için. Bu sokaklar bir zamanlar, o zamanki adı  ile Konstantinopolis`in Bizans`lı sakinlerinin çesitli nedenlerle buluştukları sokaklardı ama bugün güneşli bir yaz günü İstanbul diye bilinen bu kentte heyecanlı ve idealist  bir yazarla genç bir ressamın buluşmasına tanıklık  ediyordu.

Balat, Fener ve Cibali gibi Bizans`ın fethinden sonra iskan edilen yerlerde ve bu bölgede Moro Rumlarından Selanik Yahudilerine ve Gazze`den getirilen Kiptilerle birlikte çok farkli gruplardan insanlar yerleştirilmişti. Bizans`tan kalan bu insanlar ya da bu azınlıklların çocukları Anadolu`daki diğer medeniyetler gibi, Hititler gibi Lidyalılar, Finikeliler, Asurlular ya da  Osmanlılar gibi nereye gitmişlerd? Onlar hiçbir yere gitmediler elbette, işte şu anda bu sokaklarda kaybolmaktan hoşnut bir yazar ile genç bir ressam kız belki de o insanların genlerini taşıyor. Belki Asurlu bir kralın kızı olan Ceyda şimdi kendisini heyecanla  Balat`ın sokaklarında bulmaya çalışan bir Venedikli Tacir`in oğluyla buluşmak üzereydi. Mete isimli  bu yazarla tanıştığı  günden bu yana ona  ilgi duysada, onun güzel  ve yalnız  bir kadına karşı, onu etkilemek  amacıyla diğer orta sınıf entellektüel erkeklerin yaptığı gibi bazı popüler ve romantik konulara girip çıkan, onu fiziksel yönden çekici bulduğunu ima eden tavırlardan uzak ve sadece onun sanatı ve yaptığı resinlere ilgi duyan 30'lu yaşların sonundaki bu yazarın takındığı dostça yaklaşımda hiç kuşkusuz bu genç ressamı etkilemişti.
Ressam, bu yazarın kendisine olan yaklaşımını kadınca bir içgüdüyle değerlendiriyordu ve  tüm kadınların yaptığı gibi belki de yine içgüdüsel olarak ondan olumlu mesajlar aldığını düşünüyordu. Böyle anlardan birinde, ona zamanı yavaşlatan yazar sensin -demişti. Benim için seninle olmak, zamanın yavaşlaması anlamına geliyor, bana bu hissi veriyorsun ve ben bu kadar ağır hareket ederken kendimi daha iyi farkediyorum diyebildi. Böyle bir övgüye karşılık  vermek isteyen yazar onun yanında olmasının nedenini açıklamaya çabaladı ama beklenmedik bir övgü karşısında yapılacak böyle bir jestin anlamını yitirmesinden ürkerek geri çekildi ama aklından geçenleri de başka bir ana bırakarak ona , senin için yavaş olan bir şey benim için ne kadarda hızlı aktı diyebildi sadece.


Seninle birlikte geçirdigimiz zamanlarda hep böyle mi oluyordu? diye sordu; genç ressam, “senin yanında seninle konuşurken ve senin yazdıklarını okurken zaman daima yavaşlıyordu. Bunu farketmem başka şeyleri de farketmeme neden oldu, yaptığım resimlerde seçtiğim renklerin ve nesnelerin, hepsinin birbiri ile ritmik bir dansa başlaması ve o resimlere baktığımda kaotik bir hayatın birden belirli bir formatta düzene girmesi bana bir mucize gibi gelmeye baslamıştı, niçin onları öyle çizmiştim, aradığım şeyin ya da cizdiğim şeylerin ve tüm figürlerin -kayıp dünya- adlı sergide gördüğüm gibi her noktasının hareketlenmesi ya da  madam Tusseau müzesindeki balmumu heykellerin aniden canlanmaya başlamaşı gerçekten ilgi çekiciydi ama beni asıl şaşırtan ve dayanılmaz olan ise önce seni farketmemdi ,seni farkettim, herşey değişti ve tekrar eski haline döndü, ve şimdi sana herşeyi anlatmak istiyorum...”

Farkedilen bir yazar olmak ilgi çekici olabilirdi ama ressamın kendisine anlatacağı  çok şey  varken yazarında bu ifadeye karşılık, anlaşılabilir cümlelerle farkedildiğini ona hissettirmeliydi ve böylece cümleler birbiri ardına dizildi. “Senin yaptığın tablolara baktığımda ise hissettiğim şey ; huzur içinde ölmek isteyen bir ressamın hayatının karmaşasının içinde buluyorum kendimi ve orada çeşitli renklerin birbirleriyle uyum içinde kaybolmalarını izliyorum, tıpkı benim kelimelerim gibi sende onlarla  oynarken  huzur bulamıyorsun sanki ve sende benim gibi aradığın her ne ise; her şey sadece bir karmaşadan ibaretmiş gibi gözüküyor ilk anda, ama resimlerine biraz daha odaklandığımda bunun sadece tanımlanamayan bir sakinliği arayan bir kadının varlığı olduğunu görebiliyorum."

“Beynimin içinden çeşitli cümleler çıkıyor; bazen birbiri ile bağlantılı bazen birbiri ile ilgisi olmayan şeyler. Aslında hepsi bir başka öyküye aitmiş gibi. Şimdi ben onları nasıl sıraya dizeceğimi düşünürken onları ne zaman düşünüp kaydettğimi anlamaya çalışıyorum. Şimdi belki de bir dedektif gibi iz sürerek onların ait oldukları öyküleri bulabilirsem  yaşamımın da sırlarını ortaya çıkarabileceğimi biliyorum. Belki sen beni dinlerken o cumleleri tuvallerine dökebilir ve anlamdırabilirsin; belki de aradığın ve ikimizin de saklanabileceği  kutsal yer orasıdır. Belki de fırtınalı bir havada sığınabileceği bir liman arayan gemiler gibi orada güvende olabiliriz.”

“Bazen yazı yazarken doğru bir temayı yakaladığımı hissettiğimde kendimi sonsuza dek yazacakmış gibi hissettiğim anlarda seni de sonsuza dek yazabilirmişim gibi geliyor. Aslında sana kelimelerimle istediğin her şeyi sunabilirdim, sana kelimelerimle gitmek istediğin yerlere götürebilirdim, sana ulaşılamaz gelen her aşkı ben verebilirdim ve istediğin renklerden örülmüş hayallerle bezenmis ve romantik Bavyera Karlı II.Ludwig’in şatosuna benzer bembeyaz bir şatoda Strasuss’un müziği eşliğinde valsimizi yapabilirdik. Burası bizim birlikte yarattığımız düşler dünyasında yaşanan eşiz bir aşkın seslerinin yankılandığı bir yer olabilirdi. Genç yaşta bir komploya kurban edilen genç kralın bu hüzün dolu şatosunun koridorlarında dolaşırken geniş bir salonun kapısı açıldığında bizi bekleyen şık giyimli konukların meraklı bakışları altında birbirimizin gözlerinin içinde kaybolmuş biçimde birbirimizin ruhları birbirine dokunur ve sonsuza dek birbirine ait olabilirdi. Biz yaşanamamış tüm aşklar adına ya da tamamlanamayan ama tüm içtenlikleri ile yaşanan aşklar adına bu dansı yapabilirdik. Sonra orkestra bizim dansımızı sürdürebilmemiz için Edelweiss’i çalardı ve biz çevremizde bize eşlik eden diğer dansçılar eşliğinde birbirimizin gözlerinin içinde, bize ait olan ne varsa birer birer keşfederek yolculuğumuza devam ederdik. Çünkü bir yolculuktur aşk.
Seni sessiz sedasız izlerken çekilen resimlerinde gözlerindeki yalnızlığın sırlarını aradığım zamanlarda seni ne kadar özlediğimi anlıyorum, bir yerlerde ben orada olmasam da birbirimize olan bağlılığımızı düşünerek ve belki de hiçbir araya gelemeyecek olsak da  birbirimize ait olduğumuz anları tekrar yaşıyorum.Orada gururdan eser yok,sadece hak ettiğimiz bir beraberliği arıyoruz. Shakespeare “Beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup bunu aşk sanıyorsunuz “demişti ve bu yaklaşımda bir doğruluk payı varsa eğer tersi de doğru olabilir düşüncesi ile  her şeyi tek bir ana sığdırmaya çalışarak sanki beğendiğimiz ruhlarımızın bedenlerini arıyorduk, ama bir an için bile olsa aşk olduğunu sanmak için değil sadece onlara dokunabilmek için.Çünkü biliyoruz ki, insan sevmeye başladı mı yaşamaya da başlar.