Bu başlığı koymamın nedeni  Northcote Parkinson isimli tarihçi –yazarın  benden önce böyle bir soru sormuş olmasıdır. Gerçi o siyasete girmenin  tek nedeninin mutsuzluk olduğunu iddia etmişti. Bununla birlikte Antik çağda Socrates  de “İnsan evlenmeli; insanın karısı iyi çıkarsa mutlu olur ama kötü çıkarsa filozof olur” demişti  ve  şimdi sorumuz ise acaba bu mutsuz insanların  siyaseti mutsuzluklarına karşı bir paravan olarak kullanıp kullanmayacakları üzerinde odaklanıyor.

Özellikle orta sınıfın belirli bir zeka ve kültüre sahip olduğunu sandığım insanları  arasında ve yine özellikle orta yaşlar denilen–ancak tam olarak hangi yaşlar olduğu tanımlanmamış yaşlarda – olasılıkla 50-60 yaşları - geçtikten sonra hayatlarını anlamlandırmak adına siyasete girmeye çalışan erkeklerin oranına bakılırsa durum öyle gözüküyor.Sanıyorum devlet yönetmek bu insanlar için öteden beri hem kendileri hem de çevrelerindeki insanlar için bir gurur kaynağıdır.

Öyle ki herhangi bir şekilde Parlamento üyesi olmuş biri ömür boyu bu payeyi kullanarak kendisine zaten tanınmış olan ayrıcalıkların  yanında  saygıdeğer bir şahsiyet olmanın da keyfini sürüyor. Emekli olduktan sonra bile değişen tek şey isimlerinin başına sadece “eski” ekinin gelmesi oluyor.  “Yeni”  olmasa da bir zamanlar büyük adam olduğu daima vurgulanarak bir de  başına “sayın” eki getiriliyor. Her zaman merak etmişimdir neden sayın bakan denir de  sayın kasap, sayın berber, ya da  sayın manav denmez; onlar sayın olmayı hak etmezler mi ? Ama olsun yine de  onlar bazı insanların gözünde daima “sayın seçmen”dirler diyerek gönüllerini alabiliriz.
Şimdi bu konuya yönelik şöyle bir öykümüz  var. Bir zamanlar büyük bir şehirde üniversite eğitimi almış kurnaz bir taşralı kendisini hiç sevmemiş  safça ve iyi niyetli  bir kadınla evlenmiş ; daha doğrusu o esnada  kadın da kendi taşrasından kurtulmak  ve büyük bir şehirde belirli bir güvence içinde yaşamak için büyük bir panik içinde  bu adamcağızın rütbesini  arkadaşlık seviyesinden kocalığa yükseltmek durumunda kalmış ;sonuçta her iki taraf da  hayal kırıklığına uğramıştı. Çünkü  teoride değil ama pratikte  evlilik ve aşk birbirlerine zıt kavramlardır; işin gerçeği ; insanlar çok sevdikleri ya da anlaştıkları için birbirleri ile sözleşme yapmaz;  yani teknik tabirle evlenmez evlenmek gerektiği için evlenirler. İşe girmek ,askerlik yapmak,tatile çıkmak gibi bir şeydir.Halkın  belli bir yaş diliminde “zamanın” geldiğine inandığı her genç kadın ve erkeğin bir araya gelip  düzenli hayat dedikleri türden bir yaklaşım  içinde  bazı yaptırımlar ve yasaklarla dolu bir hayatı sürdürmeleri gerektiğine inanılır.İşte bu durum çoğu zaman mutsuz  erkek ve kadınlar yaratır ve işte hayatın diyalektiği burada başlar.Birgün bu erkeklerden  bazen de kadınlardan bir kaçı  işte böyle  bir hata yapar ve  herkes hata yapar ve bu mutsuz insanlar bir de siyasete girmeye çalışırlarsa bu kez  mutsuzluk o ülkedeki insanlara da bulaşır .Çünkü mutluluk gibi nefret de bulaşıcıdır.

Bu noktada  yeniden öykümüze dönelim. Küçük bir  kasabadan  kalkıp büyük bir kente  öğrenim için gelen ve böylece  kendini  geliştirmeye çalışarak sosyeteye girmeye çalışan biri  aşağılık duygusu içinde yetişmiş biri olabiliyor  ve böyle biri uzun yıllar sonra karısının gözüne girmek için kitap yazarak yazar olmaya çalışmıştı.  Gereksiz detayları görebilme başarısının aslında paranoyak bir kişiliğin yansıması olduğunu bile bilmeden ikinci sınıf bir dedektiflik hikayesi yazarak  sadece egosunu tatmin etmekle kalmamış  ve sonrasında  hayal kırıklığı içinde, kaldığı yerden o mütevazi yaşamına yeniden geri dönmek zorunda kalmıştı ama mutsuz bir şekilde. Çünkü onun hayatı bir iktidar savaşı içinde geçmiş ve sevilmediği halde bir kadının gözüne girme savaşını bir kez daha kaybetmişti. Ama buna rağmen siyasete  atılarak önemli bir mevkiye gelseydi, karısının sevgisini yine kazanamazdı belki ama takdirini kazanabilirdi. Aslında iyi bir aday olabilirdi de ama bunu yapmadı; büyük olasılıkla kişiliği buna uygun değildi.

Ancak bazıları var ki eninde sonunda bunu başarırlar. Ben de bir zamanlar böyle düşünürdüm. Bugün olduğu gibi eskiden de “büyük adam” olmanın yolu genellikle siyasetten geçerdi ancak gençlik zamanlarında belirli bir mesleği olmayan ya da  o konuda yeterli bir başarısı ve deneyimi olmayan insanların uğraşısı  görünümündeki siyaset;  ileri yaşlarda yerini birçok insan için  “Biz artık para ile kavgamızı bitirdik hayatımızın yaşlılık yıllarında herkese  kim olduğumuzu gösterelim”  dedikleri türden bir gövde gösterisine dönüşüyor  ve bu durum genellikle çeşitli kompleksler içinde yaşayan  orta tabaka insanlarının önemli insan olma merakı haline gelebiliyor. Ancak onların  “önemli insan” olmanın mutluluk ve zenginlik vaat ettiği gibi bir yanılgı içinde yetiştirilmiş olmaları büyük olasılık dahilindedir ve bu çapta insanların sadece önemli olmanın değil, değerli olmanın da önemli olduğunu anlamaları bazen  uzun zaman alıyor; hatta, bazen  bunu hiç anlamadan ömürlerini tamamlıyorlar.

Tüm bunlara rağmen bu insanların evliliklerinde mutlu olmadıkları iddiası sadece bir iddia olsa da, bazen de politikaya giren kocaların eşleri onlardan daha mutsuz olabiliyor. Örneğin şu anda ABD başkanı Trumph’un medyadaki  görüntülerine bakarsanız birbirlerinin gözünün içine bakmadıkları gibi eşinin kocası  elele tutuşmaktan bile kaçındığını görebilirsiniz. Yıllar önce  gösteriler sonucu devrilen eski Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin, Suudi Arabistan'a gitmeden önce, uçağa binmek istemeyince, eşi Leyla "Bin uçağa geri zekalı. Tüm hayatım senin ahmaklıklarına katlanmakla geçti!" diye bağırmış ve bu ifade kayıtlara bu şekilde geçmişti. Bin Ali  "Hayır, ben kalıp ülkem için ölmek istiyorum" deyince, bu kez Emniyet Müdürü Ali Şeriati, "Allah aşkına bin" diyerek Zeynel Abidin Bin Ali'yi merdivenlerden yukarı iterek uçağa bindirmiş ancak onun neden ölmek istediğini sorgulamamıştı. Buna gerek de yoktu  anlaşılan o ki; devrik başkan  böyle vatan aşkı ile dolu bir laf ederse son anlarda bile olsa  kendisini onurlandıran birkaç cümle etmiş olarak tarihe geçeceğini varsaymış olmalı.

Bununla birlikte mutsuz olanların bir bölümü de mutluluğu devlet işlerinde aramıyor; tanıdığım bazı kadınlar kendilerini çocuklarının yetiştirmeye adamış, kocaları ise kendilerini tenis gibi spor aktivitelerine ya da briç oynamaya veya bir müzik aleti çalmaya verenlerin olduğunu biliyorum. Böyle işlerle ilgilenmek elbette bir mutsuzluk anlamına gelmez ama benim tanıdıklarımın öyle olduğunu söylemeliyim. Ancak şurası kesin ki, mutsuz insanlar yaşadıkları dünyadan kaçamazlarsa kendilerini herhangi bir aktiviteye veya felsefeye adayarak bir çıkış yolu ararlar. Nitekim yıllar önce “Kuşçu” adı ile çekilen ve başrolünü Burt Lancaster’in oynadığı bir  film, ömür boyu hapse mahkum  olan bir adamın hücresinin penceresine konan bir kuşu besleyerek onun güvenini kazanması  ve  onunla arkadaş olması  ve sonrasında da bu uğraşısını geliştirerek  kuşlar konusunda tanınmış ve saygın bir otorite haline gelmesini anlatıyordu. Siyasetin dışında bir hobisi veya becerisi olmayan insanlar için hayat hiç de kolay değildir. Zaten kendisini oyalayabilecek düzeyde  kültürel birikimi olan  ve bir yabancı dili çok iyi derecede bilen, kurnazlıktan çok zeka gerektiren konularda fikir yürütebilen, dans edebilen, bir spor dalında başarılı olan  veya bir müzik aleti çalabilen,her konuda geniş bir kültüre sahip insanların daha çok diplomasi ile yakından ilgili olmaları bir tesadüf değildir.

Bir zamanlar 17.yüzyıl Fransa’sında, Seçkinler Meclisi döneminde, adamın biri bir hanımefendinin papağanını konuşturmak istiyormuş. “Boşuna uğraşmayın” demiş hanımefendi, “asla gagasını açmaz.” “Nasıl yani, tek kelime etmeyen bir papağanınız mı var ? En azından ‘yaşasın kral!’  diyen bir tane alın.”“Tanrı korusun! Yaşasın kral ! diyen bir papağını elimde tutamam ki demiş; onu seçkinler Meclisi’ne üye yaparlar.”

Seçimlerde Başkan olmak ya da parlamentoya girmek için bugünün kriterleri biraz daha farklı. Mutsuz adaylardan söz ediyorsak eğer; onların  kime ya da kimlere  övgü ya da yergide bulunacaklarını ya da başka bir deyişle kimleri mutlu edebilecekleri konusunda doğru tahminlerde bulunmaları gerekiyor. Neyse ki Atatürk her kesimin üzerinde uzlaşmış göründüğü ortak bir figür olarak hala varlığını sürdürüyor. Görünüşe göre artık “Yaşasın Kral” demek yetmiyor, bir davaya  kendinizi daha fazla  adamanız, daha büyük sadakat ve koşulsuz bağlılık göstermeniz gerekiyor. İşte size gururlu ve onurlu bir hayatın getireceği mutluluk yolu bu olsa gerek. Bay veya bayan hiç kimse olan biri artık kutsal bir davanın peşinde koşan bir kahramana dönüşebilir. 17.yüzyılda Fransa ‘da  bir saray mensubu 14.Louis‘nin ölümü üzerine,  şöyle demiş: “Kral öldükten sonra,artık her şeye inanılabilir”

Kimbilir belki eşiniz iyi biri olabilir hatta mutlu bir aileniz de  olabilir ama buna rağmen başarılı ve cesur bir siyasetçi de olabilirsiniz.Çünkü artık her şeye inanılabilecek zamanları yaşıyoruz.