Ne zaman kayıp ve yas ile ilgili düşünce derinliğine dalsam Vamık Volkan'ın 'Gidenin Ardından' isimli kitabının girişi aklıma gelir. Girişteki hasta öyküsünde İrlanda'da at yarışlarında büyük bir servet kazanan ve depresyon nedeniyle hastaneye yatan alçakgönüllü bir Londralı'nın öyküsünü anlatır. Buradan yola çıkarak şu saptamayı yapıyor Volkan. 'Zorluklar içindeki bir yaşam lüks bir yaşamla değiş tokuş edildiğinde bile, geride kalanın yasını tutarız.'

Köşemde farklı temalarda yazı yazmaya gayret göstersem de köşemi takip eden danışanlarım zaman zaman psikiyatri ile ilgili az yazı yazdığım için sitem ediyorlar. Hatta Altay'la ilgili daha az yazı yazmamı talep ediyorlar. Bugün psikiyatrinin ilgilendiği bir alanda yazımı paylaşıyorum. Ama kaybı ve yas konusu seçmemin sebebini düşündüğümde ilginç bir durumu hissediyorum. Hastanede birçok danışanım yasları için ve baş etme yolları bulabilmek için yardım talebinde bulunuyorlar. Ayrıca hepimizin kayıpları olduğu ve olacağı da yadsınamaz bir gerçek. Bunlarla birlikte bugün Altay'ın halinin de komada bir hastayı çağrıştırıyor olması ve sanki Alsancak Stadı'nın elinden alınmaya gayret edilmesiyle, komadaki hastanın yaşam ünitesinin kesilmesi duygusunun oluşturduğu acı, öfke ve çaresizlik duygularım da kafamın içinde yas düşünceleri ve duygusunu yoğunlaştırıyor.

Yası anlamak için üç temel şey önemli görünüyor. Birincisi, her kayıp bizi kaçınılmaz bir keder içine sürükler. İkincisi, Her kayıp tüm geçmiş kayıpları canlandırır. Üçüncüsü, her kayıp eğer tam olarak yası tutulabilirse büyüme ve yenilenme için bir araç olabilir. Dört etken ise yas tutma yetisini bozar. Birincisi, kişinin duygusal yapısıdır. Çocukluk gereksinimleri yeterince karşılanmamış ya da bir dizi kayba uğramış kişiler keder duymakta güçlük çekebilirler. İkinci etken, kaybedilen ilişkinin özgül doğasıyla ilişkilidir. Aşırı bağımlı ya da bitmemiş meselelerle yüklü bir ilişkinin bırakılması daha zordur. Üçüncü etken yitimin koşulları ile ilişkilidir. Birisi aniden ya da kötü bir biçimde ölürse, bu ölümü kabullenmek daha zor olur. Sonuncu etken ise, günümüzde kederin dışa vurulmasına karşı getirilen kısıtlamalardır. Ölümü yadsıyan bir kültürde yaşıyoruz. İncinebilirliğimizle hem yitirebileceğimiz hem de yitebileceğimiz konusunda yüzleşmektense duygusuzluk felsefesini yüceltiyor ve yas tutanları gözyaşlarını içlerine akıtmaya teşvik ediyoruz. Ölüm kayıpların en somutudur. Ölüme verilen yanıtlarda, diğer tüm yarım kalmış dayatılmış ya da aceleye getirilmiş ayrılıklarımızın kalıntılarını görebiliriz.

Yas tutmanın iki evresi vardır. Birincisi, yitimin ya da yitim tehdidinin (örneğin ölümcül hastalık tanısı) olduğu anda başlayan kriz dönemindeki kederdir. Bedenlerimiz ve zihinlerimiz direnir. Ölümle yüzleşmekten kaçınmak için yadsımanın, bölmenin, pazarlıkların, sıkıntı ve öfkenin içine girer çıkarız. Acı gerçeği özümledikçe kriz dönemi sona erer. Birçokları, yas tutmanın ölümü kabul etmeyle birlikte sona erdiğini varsayar. Aslında, yas tutmanın ikinci evresi henüz başlamaktadır. Ancak ölümün gerçekliğini bir kez kabul ettikten sonra, ilişkiyi artık bizi sürekli uğraştırmayacak bir anıya dönüştürmek için gereken ince ve karmaşık uzlaşma işine başlayabiliriz.

Kayıptan sonra yaşam... Üzerine büyük kitaplar, şiirler, romanlar yazılabilir. Kayıp basit bir kalem olabileceği gibi bir ülkü; bir ülke, bir kültür de olabilir. Kaybettiklerimizin yasını tutabilmek büyüme ve yenilenme için fırsat verebilir. Ama bir de kaybetmemek için savaşmak var. Belki de bazı şeyler için hala savaştığımızı var saymam benim kendi yok saymam ve yası kabullenemememle ilişkili olabilir.