Hep söylenir ya, “evren sevgi üzerine kurulmuştur”, “Yaratılanı Yaradan’dan ötürü severiz” filan diye. Bu imkânsız. Hiçbirimizin herkesi sevecek büyüklükte bir kalbi, ya da, öyle geniş bir kapasitesi yok. Sev(e)mediğimiz insanlar, görüşler, yaklaşımlar da var. Ve aslında sevdiklerimiz, sevebildiklerimiz, diğer bütün seçenekler arasında, çok az sayıdalar.

Oysa nefret etmemek daha makul bir hedef.  Herkesi ve her şeyi sevmek imkânsız olsa da, kimseden, ve hiçbir şeyden nefret etmemek mümkün.
Bugün ülkemizde de, dünyada da, “bir ve bütün” olmak isteyenlerle, “ya benim gibi ol, ya da bana benze” diyenlerin, uzlaşmaz bir çelişkisi, bitmeyen bir çatışması var. Diyalektik açıdan bakarsak, bu mücadele, küreselleşmeye antitez, ve emin olun, bundan yeni bir sentez de doğacak.
Bu yeni sentez, küreselleşmenin tezi olan “hepimiz aynıyız, aynı üretim ve tüketim kalıplarına bağlıyız” empozisyonuyla, “hepimiz farklıyız, ve üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı koruyacağız” argümanı arasında, bir uzlaşmayla sonuçlanacak.

“Adalardan oluşan bir kıtayız” düşüncesi de gelecek. Gelecekte, kesinlikle gelecek. Farklılıklarımızla birleşeceğiz. Birbirimize saygıyla, tolerans ve hoşgörüyle, yin ve yang gibi, karşıtlarımızda kendimizden parçalar görüp, hepsinin, hepimizin, bütünün tamamlayıcı parçaları olduğunu anlayacağız filan.
Ama, ülkemizde ve bugünlerde, durum biraz karışık. Aslında zaten karışığız. İmparatorluğun kurulması, genişlemesi, ve dağılması aşamasında, o kadar çok iç göç var ki, kimse tek bir etnik kökene sahip değil. Ve aslında bu, çok büyük bir zenginlik. Yine binlerce yıllık, hoşgörü ve anlayışa dayalı, kocaman bir inançlar mozaiğimiz var. Farklı yörelerde farklı danslarımız, şarkılarımız, yemeklerimiz var.
Ama büyük bir handikapımız da var. Siyasi kültürümüz Fransız orijinli. Ve Fransız siyasi kültürü kutuplaşma üzerine kurulu. 1789 devrimi var, Protestan-Katolik savaşları var, Jakobenler, Jirondenler var.

Bu sorun sadece bizde yok, uzlaşmacı Anglo-sakson demokrasileri, ve temelde İngiltere ve ABD hariç, birçok yerde var, ki bugünlerde oralar da karışıyor. Kıta Avrupası bu sorunu aşmış. Ama onun dışında, dünya siyasetinde egemen argüman kutuplaşmak, çünkü siyaset, uzun zamanlar, Fransızca tartışılmış.
Meşhur Robespierre-Danton atışmasında, “Prensipler yok olacağına, Fransa yok olsun” bile denmiş. Yani özetle, 1789 sonrası Fransız siyasi kültüründe durum şu: “Eğer benim gibi düşünmüyorsan, vatan hainisin.”

Aslında Tanzimat da sayılır, ama meşrutiyetin başlangıcında her yerde hâkim olan, ve o zamanlar daha da sert olan Fransız kutuplaşmacı siyasetinden çok etkilendik ve bunu bir türlü aşamadık.

Eğer Fransız siyasi kültürü sınırlarında yaşarsak, sürekli olarak birbirimizi suçlayacağız. “Ya benden ol, ya da benim gibi ol” tuzaklarında, ayrışacağız. Ve, maalesef, kendimizi de, kalabalıklara uyum sağlayamadığımız için suçlayacağız.
Oysa çözüm çok basit. Herkesi sevmek zorunda değiliz, ama hiç kimseden nefret etmemek şart.
Fransız siyaseti gelişirken “devrim devam etmeli” diyen devrimciler, “hayır bu yeterli” diyen diğer devrimciler tarafından giyotine gönderilmişler. Din savaşları sırasında bir gecede, sadece farklı mezhepten diye onbinlerce insan öldürülmüş. Dünya savaşları dönemi de pek parlak değil, hatta 1968 olaylarına kadar sistem, kavramlar üzerinden birbirini sürekli suçlayan kutuplara bölünmüş.  

Ama “eşitlik, özgürlük, ve kardeşlik” diyenler var ya, Fransız olmalarına rağmen, onlar evrensel. Çünkü orada, “benden yana olsunlar, ya da bana benzesinler” yok. Orada, “oldukları gibi olsunlar, ve ben yine de onlardan nefret etmeyeceğim” var.
Fransız siyasi kültürünün dar kalıplarını aşıp, birbirimizi vatan hainliği, ya da insanlık düşmanı olarak suçlamaktan vazgeçelim.
Tamam, hepimiz, hepimizi sevemiyoruz. Ama hiç birimiz hiç birimizden, hiç birimiz bir bölümümüzden, hiç birimiz hepimizden nefret etmeyelim.
Tarihin ve geleceğin bu güzel ve hoşgörülü coğrafyasında, nefretsizlikte buluşalım…