Tam da savaş sözcükleri havada uçuşur ve  Suriye'ye girmekten söz edilirken, "Ankara'nın kalbi" dedikleri noktada yandı canımız yine... Ve yine lanetti, yine kınıyorduk terörü... Lanet olmayan, kınanmayacak terör varmış gibi. Gülen fotoğrafları paylaşılıyor medyada, aramızdan çekilip alınan canlarımızın; daha dün yaşıyorlardı, ecelle değil, terörle koparıldılar  aramızdan. Can ve yürek dayanmaz görüntüler bunlar.  Ailelerine sabır ve dayanmak için kuvvet diliyorum, ulusça başımız sağ olsun...
         
Üst üste yaşanan terör aramızdan canlar almaya devam ederken, sorumluluğun  faili/failleri bulmaya odaklı oluşu ayrı bir kaygı başlığı... Önleyemeyişin sorumlusu yok... Sorgu, dolayısı ile sorumluluk  alanı kısıtlı bir iktidar anlayışı var. Kendisini sorumlu tutan hiç kimse de yok ortada. Demokrasinin işlediği bir ülkede, böylesi büyük ihmallerden sonra hükümet görevde kalamaz... hatta kalmaz, kendisi ayrılır. Bizde ise, görev var, yetki var, sorumluluk yok...
Ankara saldırısının ardından, Ankara, İstanbul başta olmak üzere, büyük metropollere saldırı yapılacağı, uyarıları internette dolaşmaktaydı, üstelik "bombalı araçlarla" deniliyordu.  Birinci saldırıdan sonra, bu senaryolar ciddiye alınmalı ve  önlemler  katlanmış olmalıydı. Malum; bilgi, deneyim, beceri, öngörüden çok kimin kime yakın durduğuna göre biçimleniyor siyasette edinilen yerler. Bu uzunca süredir, kurumlarda yer bulmada da "altın kural". Üstelik, taraf olmak, bertaraf olmaktan kurtarmıyor ama belli sürelerle yer edinmenin en önemli gerekçesini oluşturuyor.
          
Türkiye normalini kaybetmiş bir ülke. Bunun sebebi, parlamenter rejimin mantığı değil, parlamenter rejimle var edilen "hukuk devleti" anlayışının terk edilmiş olması. Tüm kurumlar tahrip edilerek, ilerletilmeye çalışılan "yeni rejim gerekli" algısı üzerine kurulu bir boz  ve düzensizlik ortamı içindeyiz.
Terör, bu ortamın ana başlığı ve görünen yüzü... Sade yurttaşın bilinci allak bulak, toplumsal bellek kazınıyor ve toplumda karşı reflekslerin bilincinin pekişmesi engelleniyor. Bu sürekli bozulma halinin adı da "düzeltme"!...  Hele bir başkanlık (başkancı) sistemi gelsin, her şey düzelecek!... Aslında sorun da tam da bu. Fiilen başkancı sistemin kurulmuş olması. Bu karşı görüşü açıklayacak ortamlar kısıtlı.
Terör gölgesinde açılan anayasa parantezinde tartışma zemininde kaybettiğimiz zaman diliminde geçmişle gelecek arasındaki köprüler yıkılmış oluyor. Elde bir kazma, geçmiş kazılarak karalanmaya çalışılıyor. Algı şu: Yeni anayasa yapılacak ve halk oylaması ile meşru olacak ve terör de bitecek... Öyle mi? Kontrollü ve hegemonyacı süreç ve halk oylaması ile kaderimizi mi belirlemiş olacağız; yoksa, kaderimiz mi belirlenmiş olacak?
Bir de savaş ihtimali var ortada... Suriye'de Türkiye'nin ne işi var? Bu savaş kimin savaşı? Savaş kime yarar? Önce bu ve benzer soruların yanıt bulması gerekmez mi? Terör gölgesine, savaş gölgesini ekleyerek içinde bulunduğumuz güvensizliği pekiştirmiş olmaz mıyız?
Açılım neydi? Hani barıştı? Hani demokrasiydi? Sorulacak ne çok sorumuz var...
Türkiye için olası bir savaş elzem mi? Türkiye'nin hem iç, hem de dış politikasının ciddi bir revizyondan geçmesi ve bu sürüklenme halinin dışına çıkılması konusu artık daha fazla savsaklanamaz.

Sürecin özellikle bu şekilde yönetildiği yorumlarına bakarak; aşırı iyimser bir ifade ile "öngörüsüzlüğün"  sonuçlarına katlandığımız şu süreçte, savaş çığırtkanlığı yapanlara Atatürk'ün öngörüsünü anımsatmak isterim: Savaş zorunlu olmadığı takdirde bir cinayettir.          
Siyaset yapılacak süreç geçti, hamaset bıktırdı.
Giderek içine itildiğimiz yalnızlık ve güvensizlik ortamından çıkmak için ortak akıl üretmekte ve ulusal çıkarlarımızda toplaşmakta daha fazla gecikmemeliyiz.
İnönü'nün İkinci Dünya Savaşı'na girmeme dirayetini gösterdiği altın sayfalarımız var bizim... Şimdi, Türkiye üzerinden ve hatta Türkiye ile dünyayı savaştırma, savaşın ihalesini Türkiye'ye bırakma üzerine kurgulandığı belli bir oyun var; üstelik kurguda baş roller, süper güçlerde, ön adım Türkiye'de!. Giderek yalnızlaşan ülkemizin, bu açmazdan daha fazla hasar görmeden nasıl çıkacağının formülünün ortak bir milli zeminde  üretilmesinde daha fazla gecikilmemeli.
İktidar, iç ve dış politikada bir çıkmaza sürüklendiğimizi kabullenmek zorunda...
İlk yapılması gereken, terörü önleyemeyenlerin istifası...
İkinci adım, öğrencileri ders gününde toplayacak olan, doğum günü kutlamasının iptali olacaktır.  (Belki bu yazı yayıma verilmeden böyle bir duyuru gelmiş olur...) Yitip giden ve bir daha doğum gününü kutlayamayacak olan canların yakınlarının acıları tazeyken... ülke adeta sürekli bir yas halindeyken...
Hatta bundan böyle, Cumhurbaşkanlığına aday olacaklarda arayacağımız özellikler içinde, kendi doğum gününü kutlatmayacağına dair söz vermelerini de eklemek gerekecek...