Nietzsche soyadını yazarken her zaman acaba bir harfi atladım mı diye merak etmişimdir, okuması da zor bir isimdir ama düşünceleri itibari ile her zaman onu okumaya ve yazmaya değer buldum. Ancak başka bazı isimler var ki  Fransız düşünür Francois De La Rochefoucauld gibi ama artık  onun adını ezbere yazabiliyorum. Bu tarz isimler nedendir bilmem çoğu zaman bana çekici gelmiştir  ve bu yüzden  bazı  düşünürlerin ve  sanatçıların yaşadıkları çağlarda şu anki ben  olarak yaşasaydım acaba ismim ne olabilirdi diye merak etmişimdir. Zihnimden bunlar akıp giderken bazen ilginç isimler de bulduğum olurdu. Ama Pascal’ın dediği gibi o zaman da değil de bu zamanda olmam için elimde hiç mantıklı ve anlamlı olabilecek gerekçem olmaması da ilginçtir.

 Bir yazı yazarken coğu zaman müzik dinliyorum, genellikle beni sakinleştiren piyano eserleri oluyor bunlar ve  benim bir şeylerden ilham almama neden olurken aynı zamanda bana zamanın içinde bir başka bir boyut açıyorlar. Şu anda bile  Franz Lizst`in 3 numaralı Re bemol major “Consolation “ adlı eseri ile başladığım bu yazıyı  hangi eserlerle sürdüreceğimi  ve finali hangi eşsiz piyano bestesi ile yapacağımı merak ediyorum. Bu esnada dikkatli bir okuyucu ise şunu sorabilir elbette. Neden sakinleşmen gerekiyor ?Çünkü az önce  “beni sakinleştiren” şeklinde bir cümle kurdum. Öyle ise gergin miyim? Bir yazar hep gergindir, yoksa yazamaz hatta sanatçılar bilim insanlarının çoğunun  biraz çılgın ve anarşişt ruhlu olduğu doğrudur  ve çoğu zaman pek de iyi niyetle oturmazlar yazmaya ve tüm bunların dışında  bir şey daha var ki genellikle öyledir, çoğu sırılsıklam aşıktır. İşte yazmak bu gerginlikten kurtulma çabasıdır ve sanatsal ve bilimsel içeriği olan ve belirli bir niteliği olan her eser  bu insanlar tarafından yaratılır.
Yazılar ortaya çıkmadan önce  dinlediğim eserler genellikle küçük eserlerde büyük  ama büyük  eserlerde küçük diye tanımlanan Chopin oluyor .Çünkü piyano için polonezler,noktürnler veya valsler besteleyen  Chopin büyük senfoniler ve konçertolar yerine bu küçük piyano eserlerinde gerçekten büyük bir isim. Bu gerginliğin giderilmesinde katkıda bulunan bu yapıtlar bir yana bu coğrafyada  arabesk adı ile oluşan başka bir müzik türü var ki aslında o da hayatının hemen her aşamasında kendini  başarısız ve yenilmiş kabul eden melankolik kalabalıkların bu müziği dinlerken,  benim gibi hayata tutunma çabalarına benzer bir motivasyonu  bu şarkılarda bulduklarını kabul etmeliyim.

Arabesk kelimesinin kökeni aslında Fransızca’ya dayanıyorsa da  Arabeskin kelime anlamı, “Arap tarzı” anlamına geliyor ancak Türkiye’de oluşan bu müzik türünde  Arap ezgilerinden etkilenip bu ezgilerin Türk müziğine uyarlanması ile  oluştuğunu  biliyoruz.Arabeskin Türkiye’de oluşması ve gelişmesi 1950’li yıllara kadar uzandığı söylenir. Nuri Sesigüzel gibi isimlerle başlayan arabesk müziği geçmiş yıllarda birtakım  sansürlere uğrasa da gelişimini Adnan Şenses, Hafız Burhan, Abdullah Yüce gibi isimlerle sürdürmüş ve  Arap müziğine ait motifleri çağrıştıran  eserlerinin yanısıra, zamanla farklı biçimlerde Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses gibi isimlerle en yüksek noktasına ulaşmış.

Tüm bunlar olmuşken ve olmaya da devam ederken beni sakinleştiren ve huzur veren Küçük piyano eserleri veya diğer senfonik eserleri  ya da konçertoları ile bu müzik türünü karşılaştırmak ne yanlış olur ne de doğru olur; sadece tuhaf olur ama müziğin felsefesi asla değişmez ancak bu müziği dinleyenlerin aradığı ve bulamadığı gerçekliği her zaman merak etmişimdir. Anadolu’nun küçük ve fakir kasaba ve köylerinden büyük kentlere göç eden ve kentin kenar mahalle denilen kesimlerinde hayal kırıklığına uğramış bir halde yaşarken onların yoksullukları ve yalnızlıkları içinde  algıladıkları dünya ile benim keşfetmeye çalıştığım gerçeklik farklı olmalıydı. Zen Budist Dogen Jenji (1200-1253) nin şu sorusu durumun açıklanmasına katkıda bulunabilir umudundayım. ”Eğer hakikatı olduğun yerde bulamıyorsan nerede bulmayı umuyorsun ? “
Nasıl bir gerçeğin peşindeyiz hepimiz? Bu tarz müziği sadece maddi çıkarların peşinde pozisyonlarını değiştirmek zorunda kalan yoksul insanların geleceğe dair özlemlerini tatmin etmek ve çıktıkları serüven dolu yolculuklarda mutluluk arayışı olarak da düşünebiliriz ya da mutluluğun ne olduğunu ya da bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğini bilemeyen  bu insanların kendilerini ifade etmek amacıyla tüm gerçeklerin çıplaklığında olan biten her şeyin deşifre edildiği notaların dünyasında kaybolmak istemeleri olarak da görebiliriz.

 Mutluluk arayışı denilen şey aslında bedeninizin ve ruhunuzun tatmin olmaya olan sonsuz özleminden başka bir şey değildir. Yoksulluk her türlü belanın kaynağı da olsa belki de bu bu insanlar mutluluğun sürekli  bir akış içinde olmadığını, tam ve kesin bir mutluluk olamayacağını ama mutlu anlar olduğunu ve bizim o mutlu anları olabildiğince biriktirmemiz gerektiğini de bu şarkılar sayesinde anlayabiliyorlar, belki de bu şarkılarda olduğu gibi bir şeyler bittiği için bir şeylerin başladığını hissedebiliyorlar  ve belki de bu yüzden mutlu oluyorlar , sürekli yeniden başlayan şeyler yüzünden ve şarkıların bitmesine yakın bir başka şarkının başlamasını beklemek herkese yeni bir umudu da aşılıyor.

Herkesin kendini iyi hissetmeye hakkı vardır  ve ben  şu anda yazımı tamamlayabilecek kadar iyi duyguları yakalayabilmek amacıyla Johann Sebastian Bach’ın Air G string olarak da bilinen 1068 numaralı re major suitini  dinlerken tam olarak bunu düşünüyordum ama bu durum aynı zamanda benim gibi bir yazarın sakinleşme çabasına benzeyen bir süreci simgeliyor olsa da bu kendini iyi hissetme çabası hayatta kalabilme çabasından çok farklıdır ve bu nedenle daha yüksek bir statükoya sahip insanların sadece zenginliğin getirdiği ayrıcalıkları değil ama yoksulluğun başıboş kaldığında  bu zenginliği ve asaleti tehdit edebilecek boyutlara ulaşabileceğinin de farkına varmaları önemlidir. Onların büyük  bir bölümü para ile kavgasını bitirmiş olsa da  hep aynı özlem içinde büyük firmaların ve bankaların sponsorluğunda halkın alım gücünün üstünde bilet fiyatları ödeyerek  geldikleri şatafatlı konser salonlarında  veya gösterilerde günlük yaşamalarında dikkatleri bile çekmeyen ama yaşamın anlamını vurgulayan estetik boyutların keyfini sürmeye çabalayarak hayatlarını farklı bir perspektiflerden dekore etmeleri aslında arabesk şarkılar dinleyerek kendilerini daha iyi hissetmek isteyen kalabalıklar için de geçerlidir. Onların da kendilerine ve çevrelerine zarar vermeden hayata bağlanmak ve daha iyi  insanlar olabilmek adına bu şarkıların akışında yaratılan bir hayalin içinde kendi güzelliklerini  arıyor  olmaları ne tuhaftır ? Bu açıdan bakıldığında müziğin hangi tür olursa olsun tıpkı diğer sanat dalları gibi sadece sanatçının notalarında yakaladığı sırların ötesinde aynı yörüngede olan ve aynı algılamalara sahip insanların buluştukları ortak bir payda olduğunu söylemeliyiz.
“Çünkü hakikat diye bir şey yoktur, sadece algı vardır “ diyen Gustave Flaubert’in bize anlatmak istediği ya da Ramana Maharsi’nin sözünü ettiği “Sadece anlar içindeki gerçekliklerin varlığı” bu sözünü ettiğim şeyin ta kendisi olmalıdır.Bu anlamda arasbesk besteler  yapanlar da klasik müzik, jazz ve blues ya da popüler şarkılar besteleyen ve icra edenlerin de amaçları aynıdır, yani bizim iddia ettiğimiz estetik boyutların ötesinde algılanan ve kişinin kendisini iyi hissetmesine neden olan gerçekler.
Kentin fakir bölgelerinde yasayan ortalama insanların çile cekmek olarak isimlendirdikleri şey nedir? Bunun tek bir açıklaması vardır.Melankoliden ve üzüntüden keyif almaktır ve bu bir tür alışkanlıktır.Bütün yaşamsal formlarda bu zihinsel ve duygusal kavrayışın izlerini görürsünüz. Ancak melankolinin yaratıcılığı körüklediğini düşünsek bile bu insanların  geleceğe dair bir  umut olmadan beklemek zorunda kaldıkları bir  çaresizlik  olduğu çok açıktır ve  algıladıkları bu gerçekliği itiraf edebilmenin gururlarını incittikleri anlarda yaşanan  duygusal dalgalanmalara karşı coğu zaman kendi dünyalarında  hangi parametrelerle yaklaşılıyorlarsa o çercevelerde çözümler üretmeye odaklanmışlardır.

Arabesk müzik işte bu algılamaya bir cevaptır çoğu zaman.Müzik her zaman saf bir mutluluğun ifadesi değildir ve bazı arabesk müzik bestecilerinin eserlerinde  olduğu gibi bir yakarışın dışavurumu ya da bir özlemin veya arayışın yansımasıdır. Melankolik bir havada çile çekmek bu insanlar için hayatta kalmanın bir iksiri gibidir, ve daha önce belirttiğim türde bir çeşit  sigara veya uyuşturucu  alışkanlığı gibi onların duygularını manipule eden belki daha kötü şeylerden alıkoyan  ama salt gerçekliğe ve güzelliklere de ulaşmalarını engelleyen  bu alışkanlıklar yüzünden müzik yapımcılarının kendilerini daha iyi hissedebilecek kadar maddi çıkarlar sağlamayı başarmış oldukları gerçeği ise  görmezden gelinecek bir varsayım değildir.

Bu kadar şey yazdıktan sonra yolumuzun yine Nietzsche’ye düşmesi beklenebilirdi ve şimdi bu noktada onun şu sözlerine kulak verdigimizde anlatmak istediğim şeyin ne olduğunu daha iyi kavrama şansını yakalayacağız. Şöyle demişti : “Yaşamak acı çekmektir.Hayata kalmak ise  çekilen çekilen bu acılar için anlam bulmaktır “
Anlaşılan o ki ,çekilen tüm sıkıntıların bir anlamı vardır ve hayatta kalabilmek bu dertleri bir başka ilahi ve gizemli bir değerler bütünü ile özdeşleştirmektir  ve yaşam ancak böyle anlamını bulur.O nedenleri bulduğunuzda sert ve acımasız kasırgalar diner ve yerini bir yanda güzel nağmelerin duyulduğu güneşli ve sakin bir havaya bırakır, ruhun huzur bulduğu ve bir anlamda gereken her şeyin yapıldığına dair olan inanç o anlarda sanki aradığımız mutluluktan da öte bir şeydir.
 Hastalıklar,maddi veya manevi anlamda yaşadığımız tüm trajik olaylar, engellenmiş aşklar ve ölüm gerçeği ister arabesk olsun ister tek sesli isterse çok sesli karmaşık senfonilerde anlatılmış olsun, bu sesler aynı zamanda şehrin sesleridir. Yazının başında hangi piyano eseri ile bitireceğimi bilmediğimi yazmıştım ama şimdi bu cümleler Chopin’in Piyanist filminin bir sahnesinde çalan Do diyez minör noktürnü ile çok uyumlu gözüküyorlar ve bu şehrin sesleri günlük hayatımızda farkına varamadığımız gerçeklerin önünde değil  ama sadece bu notaların eşliğinde ve  sadece bize ait olan öteki hayatımızın gerçeği önünde anlamını buluyorlar.