1868 yılı Rus yazarı Maksim Gorki’nin doğduğu yıldı, ABD de başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçi aday Ulysess S.Grant ‘ın kazandığı yıldı, Osmanlı Devletinde ise bugünkü adı Danıştay Olan Şuray-ı Devlet’ in kurulduğu yıl, aynı zamanda Galatasaray Lisesi’nin açıldığı yıldı. Ancak o yıl  Yıldız Sarayında yaşayan Osmanlı padişahı II. Abdülhamit için elem ve keder dolu bir yıl olacaktı.

II.Abdülhamit 1868 yılında amcası Abdülaziz ülkeyi yönetirken henüz bir  şehzadeydi .Kızkardeşi Cemile Sultan’ın yetiştirdiği Nazikeda hanımla olan evliliğinden Ulviye ismini verdikleri bir kız çocukları dünyaya gelmişti.  Amcaları Şehzade Murat ve Burhaneddin Efendi tarafından da çok sevilen Uliviye Sultan, annesine benzeyen hem zeki hem de güzel bir kız çoçuğuydu. Abdülhamit Han bu ilk çocuğuna  çok düşkündü, öyle ki, onu eğlendirir, değişik kıyafetler giydirir ve fotoğraflarını çektirirdi.  Böylece yıllar geçti ve  Ulviye 7 yaşına geldiğinde ; tarihler artık 1875 yılını göstermektedir.

Bosna-hersek isyanlarını çıktığı  yıl olan 1875 yılında  Sadrazam Mahmut Nedim Paşa, Osmanlı’nın borçları için moratoryum ilan ettiğinde faiz ve anapara taksitleri beş yıl süreyle yarıya indirilmiş ancak Osmanlı Devleti  iflas etmiş ve  tüm ödemeler durdurulmuştu.

Şimdi 1875 yılına geri dönerek  Sultan ve ailesi için çok trajik olan bir günde yaşanan sahneleri geriye alarak anlatalım. Abdülhamit her zaman yaptığı gibi o sabah Tarabya’da denizde yüzmeye gitmişti. Öğle saatleriydi; eşi Nazikeda Hanım sarayın odalarından birinde  piyano çalarken odada bulunan papağan da kefesinde  hareketsiz bir halde onları gözlüyordu. Aldığı özel ders bitince  annesinin yanına getirilen küçük Ulviye orada bulunan sehpanın üzerinde bulduğu kibritlerle oynarken  bir anda saçları ve üzerindeki tül elbise tutuşmuştu. O esnada piyanonun başındaki annesi ise olan bitenin farkında olmamıstı ama alevler içinde kalan küçük kızın çığlıklarını duyduğunda  kızının  üzerine atılmış ancak ateşi söndürememişti. Elleri ve yüzü yanan annesinin ve Ulviye’nin çığlıklarını duyan Saray halkı daha sonra  onlara yardım etmeye çalışırlarken  dadısı  eline geçirdiği bir seccade ile alevleri söndürmeyi başarmıştı ancak buna rağmen küçük kızın durumu hiç de iyi değildi.

Sonrasında  Tarabya’da denizde olan babasından saraya gelmesi istenmiş   ilk anda gerçek durumu söylemeye kimsenin cesareti bile olmamıştı. Kızının odasına çıkarılan Abdülhamit kızını her tarafı örtülerle kaplanmış bir halde gördüğünde  kızı  ona sadece “baba “ diyebilmiş ve acılı bir babanın kızından  duyduğu son söz bu olmuştu.
Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan bu olayı yıllar sonra anılarında anlatırken babasının böyle derin ve kederli bir acıyı yaşadıktan sonra ne zaman bu olay aklına gelse şöyle dediğini aktarıyor .” Allah sizleri bana bağışlasın. Bundan sonra hiçbir evladıma Ulviyem kadar düşkünlük göstermeyeceğim.”  Elbette sultan gerekli hallerde diğer çocuklarına gereken ilgi ve özeni göstermiş olsa da bu sözler onun acısının ne kadar derin olduğunu anlatıyor bize.

Bu olaydan  yıllar sonra 1897 yılının temmuz ayında Yıldız Sarayında II.Abdülhamit’in üçüncü eşi olan Fatma Pesend  Hanım’dan bir kız çocuğu dünyaya gelir. Hatice adı verilen küçük kız  1898 yılının 14 Şubatında  aniden rahatsızlanır. Kızı Ulviye sultanla yaşadığı aynı acıyı bir kez daha yaşamak istemeyen Abdülhamit Han ne yazık ki tüm çabalara rağmen kızını kaybeder. Kendisi ve eşinin yaşadığı bu ikinci trajik olay karşısında birlikte bir karar alırlar ve benzer durumda olan veya olabilecek tüm anne ve babaların acılarına ortak olmak amacıyla bir çocuk hastanesi yaptırmaya karar verirken Abdülhamit Han şöyle der: “Benim çocuğum kurtulamadı. Kimbilir fakir fukaranın çocukları nasıl bakılıyor. Hiç olmazsa bir hastane yaptıralım da benim gibi birçok babaların kalbi yanmasın”.Ve böylece  Almanların çocuk hastaneleri örnek alınarak malzemeleri tamamen dışarıdan getirilen ve o günün şartlarında çok iyi durumda olan Hamidiye Şişli Etfal Hastanesi 1899 yılında açılır.

İkinci Abdülhamit  31 Mart  1908 de  tahttan indirilmiş ve  27 Nisan 1908 de Selanik’e sürgüne gönderilmiş ve sonrasında  da  II.Meşrutiyet ilan edilmişti. Balkan Savaşı çıkınca İstanbul’a getirilen Abdülhamit Beylerbeyi Sarayı’nda yaşamını sürdürmek zorunda kalmıştı. Bu yaşananları bize aktaran kızı Ayşe Sultan ise 1924 yılında hanedanın diğer üyeleri ile birlikte sürgüne gönderilmiş  ve sürgünde  mali yönden çok  sıkıntılı bir hayatı olmuştu.  Ne ilginçtir ki yıllar sonra  1951 yılında sürgünde bulunduğu Fransa’da amcası ve son padişah Sultan Vahideddin’e  ve yine sürgünde olan  kızı Sabiha Sultan’a  gönderdiği  mektubunda kuzeninden hasta olan oğlunun tedavi masrafları için 100 lira isterken  şu satırları yazması bu ailenin trajedisinin bir başka yönünü görmemizi sağlıyor.
“İki gözüm sevgili hemşirem,

Eğer bir mecburiyet altında olmasaydım yazmaz ve rica ile rahatsız etmezdim. …İçler acısı oğlum Hamid, bir aydır büyük krizler geçirerek hayatı ile mücadele etmektedir. Ne yapacağımı bilmeyerek şaşkın, meyus, nikbin, gözyaşımla kaldım.

Doktorlar hemen derhal hastahaneye girip tedavi edilmesi lüzum-ı kat’isini söylüyorlar. Aksi halde maazallah, hayatı tehlikededir. …Ne yapacağımı bilmiyorum. Bana yüz lira göndermen mümkün müdür kardeşim? Eğer bana bu iyiliği edersen, oğlumun hayatını kurtaracaksın.
Senin nasıl şefkatli bir anne olduğunu biliyorum. Benim bu feláketimde yardım etmenizi rica ederim. Mektubumu yazarken gözyaşlarım akıyor. Allah sana evládlarını bağışlasın. Cevabını serian (hızlı bir şekilde) bekleyerek yardımını tekrar rica eder, muhabbetle gözlerinden öperim sevgili kardeşim. Ayşe”

Tüm bu olup biten trajik olayların sonucunda  1952 yılında çıkartılan bir kanunla, Türkiye’ye dönen  Ayşe Sultan Türkiye’den hiç ayrılmamış olan annesi Müşfika Kadın sultan ile İstanbul’daki evlerinde buluşur. Ayşe Sultan, 1955 yılında Ayşe Osmanoğlu adı ile Babam Abdülhamit Han isimli kitabı yazdıktan sonra 1962 yılında İstanbul’daki evinde  hayata veda eder. Bu anılarının son cümleleri ise şu şekilde yazılmıştır:
 “Mukaddes vatan topraklarına bir gün ayaklarımın değeceğini asla ümid etmeyerek geçirdiğim bu yirmi dokuz yılın ağırlık ve ıstırabını hâlâ hissetmekteyim. Allah vatana, millete zevâl vermesin duası olduğu gibi, hayatımız sona ererken son sözümüz yine bu olacaktır.”