23 Nisan; devletin koltuklarında oturanların yerinin bir fotoğraflık poz için çocuklarımıza verildiği ve yanı başlarında oturarak koltukların asıl sahibi benim diyenlerin ne söylediklerinin öne çıkarıldığı bir gün olarak kalıyor aklımızda. Çocukların görüntüsü ve cıvıltılarının çoğaltıldığı sokaklar, arka fonunu oluşturuyor günün haberlerinin...
Pes dedirtti
              Bu yılın koltuk değişimi görüntüleri, günün anlam ve öneminin nasıl yok edildiğinin görsel ve işitsel kanıtı gibiydi. Başbakanlık koltuğunda oturan kızımıza yöneltilen soruların yanıtlarını sufle ederek, bir an için bile bırakın yurttaşı, çocuğun iradesini bile özgür bırakmayacak kadar koltuk ile özdeşleşmişliğe tanıklık ettik hep birlikte. Yönetimin sufle ile olmayacağını, o koltukta oturanın iradesinin özgür olması gerektiğini çocuklarımıza, gençlerimize anlatması gerekenlerin, çocukları bile kendi politikalarının savunucusu olarak görmek istediklerinin ve ülkede çocukların dahi özgür iradesine tahammül edilemediğinin bir fotoğrafı var artık. Bugün ülke yönetimine damgasını vuran anlayışın özeti o sufledeydi... Suflelerle, suflecilerle yönetilen bir ülke.... Egemenlik anlayışının getirildiği yer bu. Milletin iradesine tabi olmak yerine, millet iradesine ipotek koyarak bir yerlerde oturmak, koltuk edinmek.... Önce bakan tayin edilip, ardından tek seçici tarafından hazırlanan liste aracılığı ile vekil seçtirilip, sonra partinin başına geçirilip, baş koltuğa oturtulanların sufleleri ile mi var edeceğiz milli iradeyi ve egemen ulusu? Kocaman soruları, sorunları olan ülkede, en maharetli olunan alan, gerçeğin üzerinin örtülüp, elimize tutuşturulan yalanlar değil mi? Bunlara inanıyor görüntümüz, kutluyor gibi yapılan bayramların özünden her geçen gün biraz daha uzaklaştırılmasına yaramıyor mu?
Çocukların bayramı mı?
             Çocuk gerçeğimiz görüntülerle evimize taşınanlardan çok farklı. Dosyalara sığmayacak, yüreklerin dayanamayacağı bu gerçekle ne zaman yüzleşeceğiz? Çocuk sicili bozuk bir ülkede insan onuru yok hükmündedir. Nitekim TÜİK rakamları, ülkemizde hükümlü çocuk sayısının  "5 yılda yaklaşık 6 kat" artış göstererek, 1087'den, 6132'ye çıktığını gösteriyor. Çocuk seks kölesinin 50 bini aştığı, çocuk istismar, taciz ve tecavüzlerinin yıldan yıla katlanarak arttığı, çocuk gelin sayısının 130 bini geçtiği, sokakta 3 binden fazla çocuğun yaşadığı, 10 binden fazla çocuğumuzun dilendirildiği, 1 milyondan fazla çocuğun işçi olarak çalıştırıldığı, bunların en az yarısının okula gitmediği gibi bir utancımız var. Aile içinde şiddete uğrayıp ölen, intihar eden çocuklarımızı ve çocuk pornografisi izlemede önde gelen ülkelerden oluşumuzu da unutmayalım. Uyuşturucu kullanan çocuk sayısının yıldan yıla katlandığı -ki 3 bine yaklaştığı- söylenmekte ve 5 milyona yaklaşan bir çocuk nüfusunu yoksulluk içinde yaşattığımızı düşününce, çocuklar için tek güne sığdırılan "bayram" içimizi burkuyor... Devletin olanaklarının, yönetmekle yetkilendirilmişlerce -kendi yetkili ağızlarınca da esefle itiraf edildiği üzere- israf ölçüsünde tüketilişi yerine, çocuklarımızın sorunlarının çözümünde harcanması için çalışmaların bir an önce başlatılması gerekmiyor mu? 
Egemen olan kim? 
              23 Nisan 1920 tarihi, Meclis marifeti ile yönetime geçtiğimiz tarih değil yalnızca, egemenliğin kaynağının değiştirildiği, bir kişinin Tanrısal yetkilerle donatıldığı anlayışın yerine, ulusun iradesinin öne çıkarılıp, ulusun yetkilendirildiği, devletin ulus iradesine tabi kılındığı sürecin de başlangıcı. Meclis'in hazırladığı 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile bu yetki, Mustafa Kemal Atatürk sayesinde anayasal bir güvenceye kavuşmuş oldu. O gün bugündür, tüm anayasalarımız bu ilkeye yer verir. Gelin görün ki ulus kendisinin bu yetkisinin kayıtlı şartlı kullanıldığını, kendi yetkisinin sadece belli sürelerde kurulan sandıkta, birileri tarafından belirlenmiş listelerde adı yer bulan kişileri seçmeye indirgenmiş olduğunu, giderek tercih hakkının elinden alındığını sorgulamak olanağından dahi yoksundur bugün.  
           1982 Anayasası'nın başlangıç hükümlerinde yer bulan şu ifade, günümüzde daha bir önem taşımakta: "Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve bu üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu ......... laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;...... " diye devam eden hükümler ile günümüz gerçeği arasındaki mesafenin derinliği kaygı verici... Beğenmediğimiz anayasa bile devlet erkinin kullanımında kimseye üstünlük tanımıyor, yeni anayasa diye tutturanların yarattıkları fiili üstünlüğü anayasal bir yetkiye dönüştürme özlemleri için mi geçeceğiz başkan(cı)lık sistemine? 
Neden bu süreçte?
              Ulus devlet, ulusun iradesine tabi olan devlettir. İçte kendi ulusuna tabi, dışta ulusunun iradesinden başka hiçbir güce tabi olmayan devletten söz ediyoruz.  Ermenilerin sözde soykırım suçlaması yeni değil ama soykırım suçlaması ve bunun Batı ülkelerinin parlamentolarının sorunu (!) haline dönüştürülmesi, son on yıl içinde giderek hızlandırılan bir olgu. Kendi içinde güçlü olamayan dışa karşı güçlü olamaz. Ulus iradesinin çarpıtılıp, ipotek altına alınarak zayıflatılması ile sürdürülen AKP iktidarının getirdiği nokta bu. İktidarın el değiştirme olanağının bir şekilde ortadan kaldırıldığı sıkıştırılan kurumların sayısının çoğaltıldığı, ulusa ait değerlerin lastik top gibi ileri geri çekilerek sahipleniyor gibi yapılarak aşındırıldığı bir süreç, ülke için zafiyet, dış odaklar için güç kaynağıdır. Sonuca değil, sürece bakarak değerlendirmeliyiz dış güçlerin güçlendirilmesi olayını.
Ulus ne yapmalı?
              Ulus; devlet katmanlarında kutluyor gibi yapılarak anlamını yitiren günlere, gerçek anlamını sokaklarda yükleme çabasını her ulusal günde inatla sürdürmekte. Ulusal bütünlüğümüz için anlam taşıyan günlerde Anıtkabir'in dolup taşması, ulusun iradesine konulan ipoteğe güçlü bir tepki. Gelecek süreçler için toplumun, bu tepkilerin ötesinde tasarımları olmalı. Kendi adıma bu günden bir kampanya  başlatıyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimi için şimdiden kolları sıvamalı ve yurdun dört bir köşesine yaymalıyız: "Sarayda oturmayı reddedecek bir Cumhurbaşkanı" seçmeyi başarmalıyız. Şimdiden ilan ediyorum; benim oyum, sarayda oturmama sözü veren adaya olacak. Ulus kendi iradesini ortaya koymaya bir yerden başlamalı; egemenliği geri çağırmak için, "devlette zirve yok" mesajından daha önemli bir adım var diyen varsa, paylaşınız. 
             Ulusal günlerimizde iradelerimizin yönetenlerce gölgelenmeden ulusça kutlandığı; sufle alıp, sufle veren yöneticileri olmayan bir ülke düşü ile kutluyorum egemenlik haftamızı.