'Hafızayı beşer nisyan ile maluldür' özdeyişini başka bir yazımın alt başlığı için kullanmıştım. Ülkemizin şu andaki durumuna bakıp düşünecek olursak bu sözü sık sık söylememiz/yazmamız gerekecek galiba. Her ne kadar 'Tarih tekerrürden ibarettir' özdeyişini 'İbret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi' şeklinde karşılayan başka bir özdeyiş de olsa bile sonuçta; unutmak kavramı başlı başına, görüldüğü kadarıyla hepsinin önüne geçiyor. Kısacası; UNUTMAK insanoğlunun en büyük zayıf yanıdır.
Böyle bir kanıya varmak için bazı olayları belgeleriyle gündeme getirmenin yararlı olacağını düşünmekteyim. Daha üç-dört gün önce yakın tarihimizde 6-7 Eylül Olayları olarak tanımlanan vandallığın 59'uncu yılını yaşadık. Bu olayların benim için önemi ayrıdır, ayrı bir anısı vardır.

Hadi biraz öz geçmişime döneyim. On beş yaşında ortaokulu bitirip liseye başlamayı hayal eden bir delikanlıyım. Başarılı öğrenci olduğum için rahmetli babam ödül olarak okullar açılmadan önce bir hafta on gün süre ile İstanbul'a akrabalarımızın yanına göndermeyi kararlaştırmıştı. O tarihlerde bir taşra delikanlısı için İzmir yöresinden bile olsa İstanbul'a gitmek günümüzde aynı yaştaki bir delikanlı için New York'a gitmekten farksızdı. Valizler hazırlandı, elbiseler ütülendi, çoraplar ayrıldı. Bayındır'dan İzmir'e gideceğim, teyzemlerde bir gün kalıp Bandırma treniyle aktarma yaparak İstanbul'da akrabalarımızın Üsküdar'daki evine ulaşacağım. Kısacası her şey hazır, her şey planlı ertesi gün sabah hadi eyvallah, ben geliyorum, bekle beni İstanbul. İçimdeki heyecanı anlatmaya şu anda bile kelime bulamıyorum. Akşam evimizde; o günlerin cızırtılı radyosunda bir haber duyuluyor. İstanbul'da olaylar çıkmış, örfi idare (Sıkıyönetim) ilan edilmiş, sokağa çıkma yasağı ve diğer yasaklar sıralanıyor. Babam, haklı olarak hemen kararını verdi, o ortamda gidilemezdi. Elbette bizim İstanbul işi suya düştü. Aldı mı beni bir ağlama. Artık bir gün mü, bir hafta mı ağladım hatırlamıyorum. Ertesinde yaptığım şımarıklık şovlarından, kaprislerimden hiç bahsetmeyeyim.

İki gün sonra İstanbul gazeteleri geldi. Meğer neler olmuş neler ailece ve çocuk aklıyla değerlendirebildiğimiz kadarıyla olaylar hakkında bilgi sahibi olduk. Zavallı rahmetli annem şükür namazları mı kılmadı, sarılıp boynuma ya sen o sıralarda oralarda olsaydın neler olurdu diye ağlamadı mı artık ne siz sorun ne ben gerisini anlatayım. Velhasıl-ı kelam gitti bizim İstanbul seyahati hayali.
Hadi; şimdi  biraz da 6-7 Eylül 1955'de İstanbul'da olanlardan söz açalım. Bu olayları tam olarak değerlendirebilmek için o günlerin basın ortamından kısaca bahsetmekte yarar vardır. Şimdilerde medya; görsel, yazılı ve hatta internet ortamı olarak geniş bir yelpazede yer almaktadır. Oysa o tarihlerde yalnızca adına matbuat denilen yazılı basın bulunmaktaydı. Matbuat da büyük çoğunlukla İstanbul'da yoğunlaşmıştı. Gazetelerin büyük bir kısmı gece sabaha karşı basılır İstanbul ve taşraya dağıtımı yapılırdı. Ancak, bir de akşam gazeteleri vardı. Onlar da taze haberleri derleyerek öğleden sonra baskıya girer taşra dağıtımı yapılmaksızın şehir içinde doğrudan satışa sunulurdu. Elbette, o günlerin tek ve canlı haber kaynağı radyonun adını da anmalıyız.
Radyodaki 13.00 haberler bülteninde Atatürk'ün Selanik'teki evine bomba atıldığına dair bir küçük haber okunur. Aynı saatlerde İstanbul Ekspres adlı akşam gazetesi dağıtıma girer. Hem de ne dağıtım: normalde 20.000 olan tiraj o gün akıl almaz rakam olan 290.000'e ulaşır. O günlerde Kıbrıs için mitingler yapılmaktadır. Kısacası kamuoyu bu konuda duyarlıdır. 290.000 tirajlı gazetenin başlığı (Gazetenin yarım sayfası) nedir bilir misiniz? ATAMIZIN EVİ BOMBA İLE HASARA UĞRADI. Gazete; Kıbrıs Türk'tür Derneği aracılığı ile tüm İstanbul'a dağıtılır. Artık; sonrası bilinmez kontrolden çıkmış, galeyana gelmiş gruplar özellikle rumlar, ermeniler ile yahudilerin yoğunlaştığı ev ve iş yerlerini talana başlarlar, yakarlar, yıkarlar. İbadethaneler de bu talandan uzak kalmaz. 6 Eylül günü başlayan olaylar ertesi gün sabahına kadar sürer gider. Yalnızca mala saldırıyla kalınmaz kişisel tecavüz ve ölüm, yaralama olayları da yaşanır. Sıkıyönetim ilan edilince asker duruma müdahale eder, Beyoğlu İstiklal Caddesi tanklarla kaplanır. Sonuçta ortada bir utanç manzarası kalmıştır.

Olayların nasıl ve kim tarafından başlatıldığı ve yapıldığı 1960 Askeri İhtilalinden sonra Yassıada Mahkemelerinde bile tam olarak anlaşılamaz. Bu konuda çok değişik kitaplar yazılmış, belgeseller düzenlenmiştir. Olayları tam olarak anlatabilmeyi bir gazete yazısına sığdırmak olası değildir. Kısacasını söylemek gerekirse olup bitenleri yakın tarihimizin utanç belgelerinden biri olarak değerlendirmek en doğrusu olacaktır.

Aklıma gelmişken yazmadan edemeyeceğim. Ben, Atatürk'ün evine bomba atılması ile ilgili olarak galeyana gelen toplumun günümüzde o yüce kişiliğe karşı yapılan haince, adice, kalleşçe saldırıları kuzu gibi izlemesine şaşar dururum. Keşke bu konudaki düşüncelerimi tam olarak söyleyebilme olanağım/şansım olsaydı.
Esenlikle kalınız.