İzmir Barosu'nun imzacı akademisyenlerin açıklaması ile ilgili kamuoyu ve basın bildirisi, ülkede bir an önce birliktelik zemininin oluşturulması için uyarı niteliğinde aynı zamanda:
"Kendilerini Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi olarak adlandırmış olan bir kısım Akademisyenlerin Bildirisine ve sonrasında gelişen olaylar karşısında düşüncelerimizi açıklama gereği doğmuştur.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, açıklamayı yapmış olan akademisyenler ülkedeki akademik ve aydın kadronun tümünü temsil etmeyerek kendi sübjektif görüşlerini açıklamışladır. Açıklamayı yapanların ülkenin içte ve dışta yaşadığı güvenlik sorunları ve ülkemizin bölünmesi için yapılan planları içeren büyük resmi göremedikleri anlaşılmaktadır.
İsrail Adalet Bakanının dün yapmış olduğu "Türkiye ve İran arasında bir Kürt devleti kurulmasının vakti gelmiştir. Kurulacak devlet İsrail'in çıkarına olacaktır. Uluslararası topluma bu devletin kurulması çağrısı yapmalıyız." açıklaması ülkemizin gerçekte ne ile mücadele ettiğini ortaya koymaktadır.

Karşımızda bu amaçla güvenlik güçleriyle çatışan ve şehir merkezlerinde terör yaratan; insanlarımızın canına kasteden terör örgütü vardır. Ve bu örgüt artık özerklik ilan etmiş, hedefine ülkemizin bölünmesini yerleştirmiş, neredeyse savaş düzenine geçmiştir.
Elbette hiçbir ülke, toprakları içinde kendi güvenlik güçlerinden bir başkasının silahlanarak; askeri, polisi ve vatandaşlarına zarar vermesine hatta zarar vermekte tehdit haline gelmesine müsaade edemez. Bu nedenle ülkemizin birlik ve bütünlüğe karşı silah çekmiş olan terör örgütüne karşı verilen mücadele haklı ve meşrudur. Bu haklı mücadele, dünyanın neresine giderseniz gidin haklı ve meşru kabul edilir.
Hal böyle iken, bir grup akademisyen adına (sözde) barış çağrısı adı altında yapılan bildiride, Türkiye Cumhuriyetine karşı kalaşnikoflar, kannaslar, mayınlar, hendekler, roketlerle silahlı saldırıda bulunan PKK ile mücadele edildiğinin göz ardı edilmesini; ülkenin haklı meşru müdafaasının bir ihlal, hatta bir katliam gibi gösterilmesini onaylamak ve buna sessiz kalmak mümkün değildir.
Bu tür fikir açıklamaları her gün ölümle yüzleşen güvenlik güçlerinin maneviyatına darbe vurduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin "kasıtlı ve planlı kıyım uyguladığı", "devletin başta Kürt Halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve bilinçli sürgün politikası sürdürdüğü" ile "hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritasını oluşturması gerektiği" gibi ifadeler de ancak ve ancak bölücü hareketi kuvvetlendiren bir anlam ifade etmektedir.

"Uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesi" talebi ise, ülkenin terörle mücadelesine ket vurmak ve parçalanmayı gündeme getirecek dış müdahalelere geçit vermeyi sağlayacak son derece vahim bir taleptir. Dünya bugün, dış müdahaleler ile hiçbir ülkenin ihya olmadığını, bu müdahalelerin emperyalizme hizmet ettiğini, yalnızca vahşet ve yıkım getirdiğini yakın örneklerle izlemektedir.
Barış sloganının bugün en çok asıl kıyımı gerçekleştiren PKK terör örgütüne karşı sessiz kalanlar tarafından kullanıldığını görmek son derece üzücü ve düşündürücüdür. Unutulmamalıdır ki, cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir.

Diğer taraftan sözde barış için yapılan bu elim açıklamaya karşı, siyasi iradenin temsilcilerinin kullandığı sözler, düşünceyi açıklamaya karşı başlatılan gözaltı ve tutuklama girişimleri de bir o kadar vahimdir. Ülkenin yönetimindeki güç ve iktidar sahibi siyasilerin, sırf düşüncelerini açıklamış bir kitleyi hasım gibi göstermesi ve seslendiği vatandaşları husumete teşvik etmesi kabul edilemez. Bir yanlış, başka bir yanlışla düzeltilemez.
Siyasi iradenin bu tutumu ve mafya örgütü mensuplarının katliam çağrıları, Cumhuriyetimizin ve ulusumuzun bütünlüğüne karşı silahlı mücadele eden kuvvetlerin işine yaramakta ve onları güçlendirmektedir.
Sürecin bu noktalara gelmesinde ağır sorumluluğu olanların hedef aldıkları bu akademisyenlerin bir kısmının da, daha önce birlikte sürdürdükleri "açılım" sürecindeki "akil adamlar" olduğu unutulmaması gereken bir gerçektir.

Zaman gösteriyor ki; açılım sürecinde, terör örgütü ile mücadele etmek yerine masaya oturmanın ve vatandaşlara ne olduğu belli olmayan açılımı empoze etmenin, ülkeyi barışa ve refaha değil karışıklık ve savaş ortamına sürükleyeceği uyarısında bulunanlar; bu ülkenin gerçeklerini kavrayan, ileriyi gören ve söylemekten çekinmeyen insanları olarak gerçek aydın sıfatını hak etmiştir.
Bizler, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve ulusumuzun bölünmez bütünlüğünden yana tarafız.

Bu amaçla vatanımızı ve üzerinde yaşayan TÜM HALKI korumak maksadı içerisinde güvenlik güçlerinin hukuk içinde kalan haklı ve meşru mücadelelerini desteklediğimizi,
Ülkemizin ırk temasından beslenenlerden hızla arınarak, başta masum insanların kutsal yaşam hakkı olmak üzere tüm anayasal haklarının evrensel ölçülerde kullanabildiği,
Tüm yurttaşlarımızın bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşayacağı aydınlık günleri hasretle beklediğimizi kamuoyuna açıklamayı borç bilmekteyiz. Saygılarımızla." denilmiş....
Devletin ve ulusun bölünmez bütünlüğü, vatan toprağında yaşayan tüm yurttaşların güvenlik ve huzur içinde yaşaması, bir kısım yurttaş için insani hak değil, herkes için insanca yaşam hakkı, barış kelimesinin anlamını yitirdiğinin ifadesi olan "sözde" sıfatı, bildirinin verdiği önemli mesajlar... Ve  yanlışın yanlışla düzeltilemeyeceği uyarısı...
Daha önce pek çok kez uyarıda bulunmuş olan, bugünleri önceden görenler de unutulmamış: "...bu ülkenin gerçeklerini kavrayan, ileriyi gören ve söylemekten çekinmeyen insanları olarak gerçek aydın sıfatını hak etmiştir." deniliyor.

"Uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesi" gibi bir davet çok düşündürücü... Dış dünyadan bildiriye gelen desteklerin de açıklayıcısı... Ortak çözüm üretme refleksleri yerine, dış kıskacı daraltmayı yeğleyen bir anlayışla insani çözümü var edebilir miyiz? Üstelik, destek talep ettiklerinin, tam da bugün, gözümüzün önünde, "sığınmacılar" başlığına sığdırılan, hepimizi tanıklığımızla utandıran insanlık dramının yaratıcılarından olduklarını göz ardı ederek... Onların raporlarını (senaryolarını) çoktan yazdıklarını; ve insan hakları havariliğini her fırsatta elden bırakmayan bu ülkelerin sığınmacı sorununun aslan payını, para yardımı karşılığı Türkiye'ye delege edip, kendilerine düşen paydada, sığınmacılara "sığıntı" muamelesi yaptıkları (ellerindeki para ve ziynet eşyasına el koyma, oturdukları konutları işaretleme gibi...) görmezden gelinerek, sorunun asıl parçasını çözümün parçası gibi düşünme/düşündürtme yanılgısına düşmekten söz ediyorum...
Giderek ateş topunun içine çekilen ülkemizi, bu yanılgıların dışına çekecek ortak akıl için, İzmir Barosu gibi kuruluşların birliktelik, akıl ve itidal telkin eden açıklamalarını önemsemeliyiz.