Halil Özcan - Doç. Dr. M. Emin Elmacı, 28 Ekim'de sosyal medyada 'yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz' paylaşımlarının yanlış bir algı yaratabileceğini hatırlatarak, 'Cumhuriyeti bir günlükmüş gibi algılatırlar. Halbuki bu bir günde olacak bir şey değil. Mustafa Kemal, arkadaşlarına 1905'de söylüyor cumhuriyet fikrini ve 1909 İttihat ve Terakki Kongresi'nde aynı düşüncede görüşleri var. Süreci iyi değerlendirmeliyiz' dedi

Dokuz Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. M. Emin Elmacı, 28 Ekim'de sosyal medyada 'yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz' paylaşımlarının yanlış bir algı yaratabileceğini söyledi. Cumhuriyet'in, Osmanlı'nın son zamanlarından itibaren ve özellikle Atatürk'ün 1909'da sözlü olarak ifade etmesiyle birlikte gündeme geldiğini belirten Elmacı, "Buna bakarken Osmanlı zamanındaki aydınlanma ve çağdaşlaşma faaliyetlerini de unutmamamız lazım. Çünkü Osmanlı'dan gelen bir hazırlık süresi var. Lale Devri'nden gelen bir süreç yani batı yeniliklerini alma süreci. 3. Selim ve ardından 2. Mahmut zamanında yurt dışına öğrenci gönderilmesi ve aydınların yurt dışına gitmesi, Avrupa'daki o yapıyı yavaş yavaş görmesi, 1789 sonrası Cumhuriyet'in Fransa'daki yapısını görenler bizde neden olmasın diyerek bu işi günümüze kadar getirdiler. Mustafa Kemal Atatürk daha öncekilerin başlattığı süreci büyük siyasi dehasıyla başarmış oldu" dedi.

Doç. Dr. M. Emin Elmacı, 1992 yılında Ege Üniversitesi Edebiyat fakültesi Tarih bölümünden mezun oldu. Yüksek Lisansını aynı üniversitede Yakınçağ Ana bilim dalında doktorasını ise Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü'nde tamamladı. 1996 yılında asistan olarak girdiği Enstitü'de halen öğretim üyesi olarak görev yapmakta. Yayımlanmış 5 kitabı ve çeşitli konularda makaleleri vardır.

Cumhuriyet'in Türkiye'ye gelişi nasıl olmuştur?

28 Ekim'de sosyal medyada paylaşımlar oldu. Bu paylaşımları doğru bulmuyorum. Çünkü Cumhuriyeti bir günlükmüş gibi algılatırlar. Halbuki bu bir günde olacak bir şey değil. Mustafa Kemal, arkadaşlarına 1905'de söylüyor cumhuriyet fikrini ve 1909 İttihat ve Terakki Kongresi'nde aynı düşüncede görüşleri var. O kongrede önemli bir görevi var. Zaten bu görevleri sonrasında düşünceleri nedeniyle uzaklaştırılıyor. Herkes o dönemde meşrutiyeti savunurken, Mustafa Kemal Cumhuriyet'ten bahsediyor. Ve ona o zaman deli diyorlar. Bu nedenle; 1926'da bir gazeteci Mustafa Kemal'e, (dahi nedir?) dediğinde "Dahi odur ki" der "ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğunda herkes onlara delilik der"cümlesini kullanmıştı. Daha önce söylediği şeyler başına gelmişti çünkü. Cumhuriyeti savunuyor. Bu anlamda çok kitap okumuş ve görüşlerini ısrarla savunuyordu. Mustafa Kemal'i arkadaşları arasında öne çıkartan şey de bu zaten; çok okuması. Tarih ve hukuk alanında en temel kitapları okumuş ve fikirleri herkesin önüne geçmiş. Cumhuriyeti 1909'da savunmaya başlamış, hele 1918'e geldiğinde gazetelerde demeçleri var. Oradaki demeçlerinde de görüyoruz ki "bütün sorunları mecliste çözmeliyiz" diyen bir kişilik var karşımızda. Ardından 1919'da Samsun'a çıkar çıkmaz zaten işlemleri gerektiği şekliyle yapıyor ve Amasya Genelgesi'nde "ulusun azmi kararı" ibaresi geçiyor. Ulusun azmi ve kararlılığı demek halk egemenliği demektir. Bunu herkes o dönemde fark ediyor. Biraz da düşmanlık oradan çıkıyor Mustafa Kemal'e. Bunu, Erzurum Kongresi'nde, 'İrade-i milliyeyi etkin kılacağız' diye ifade eder. Sivas Kongresi'nde aynı şeyler geçerli olur ve ulus egemenliğ Temsil heyeti ile perçinlenir. Düşünün; Sivas Kongresi'nde bir gazete çıkartır ve bu çok önemlidir, kimse üzerinde durmaz ama gazetenin ismi İrade-i Milliye'dir. Milletin iradesi demektir. Nitekim Ankara'ya geçtikten sonra başka bir gazete ve onun isimi de Hakimiyet-i Milliye oluyor. Ulus Egemenliği mesajını verebileceği en önemli nokta.
Mustafa Kemal, 28 Ekim'de bunu bir anda düşünmüş ve ertesi gün "hadi yapalım" demiyor. Öncesinde bu aşamaları geçmiş, nitekim 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açarak kapısına 'Hakimiyet kayıtsız şartsız ulusundur' cümlesini yazdırmış. 1920'den itibaren aslında resmi olmasa da Cumhuriyet'te bir başlangıç var ama sadece yönetim şekli meclis hükümetleri şeklindedir. Yani meclis seçiyor bütün herkesi tek tek. Başbakanı da bakanı da tek tek meclis seçiyor. Dolayısıyla bakanla başbakanın çalışamayacağı bir kişi seçilebiliyor. O yüzden 1923'te sistem kilitlendiği anda bunu kriz anından başarıya döndürüp Cumhuriyet'in ilanını sağlayıp yönetim şeklini de parlamenter sisteme dönüştürüyor. Cumhurbaşkanı bir başbakan atıyor, o başbakan da kendi çalışacağı kabinesini oluşturuyor.
2017'deki sistem değişene kadar böyleydi. Evet belki kağıt üzerinde rejim değişmedi ama bu sistem değişikliği Mustafa Kemal Atatürk'ün daha 1918'de dediği gibi meclisin milletin doğrudan yönetimini engellemiş oluyor. İşte bugün de bu nedenle hala iyi mi kötü mü tartışmaları yaşanıyor.

Cumhuriyet, o dönemdeki gazete haberlerinde ve özellikle yabancı basında nasıl yer almış?

Cumhuriyet'in geldiği dönemde bir aylık süreyi gazetelerde taradım. Ekim 1923'deki gazeteleri taradım ve Türkiye halk iradesine geçiyor diye gazete haberlerinde geçiyor. 1919 Eylül'ünde İngiliz kumandan Rawlinson "Kemalistler sanırım cumhuriyete gidiyor" şeklinde düşüncelerini belirtmişti. Mustafa Kemal o dönem daha Samsun'dan yeni çıkmış, Amasya genelgesinde kurtuluşun halkın kararı ile olacağı yöntem olarak gösterilmişti. O dönem yabancılar da bunu farkında ve Mustafa Kemal her şeyi planlı bir şekilde götürüyor. Yıl 1922'ye geldiğinde Vahdettin 16 Kasım'da ülkeyi terk ettiği zaman halifeliğinin hal edilmesi gerekiyor ki yerine yeni bir halife seçilsin. Saltanat kaldırılmış ama halifeliğin de hal edilmesi gerekiyor yerine yenisi seçilsin diye. Bunu da meclisteki Şeriye komisyonu yapıyor ve Birinci Meclis'deki din adamlarından oluşan bu komisyon fetva hazırlıyor ve Mustafa Kemal uyarıyor "bunu meclise sunacağız" diyor. Eski mantığa göre fetva yeterli aslında ama Mustafa Kemal meclise sunduruyor bunu. Çok önemli. Ulus egemenliğini her şeyin üzerinde görüyor. Karşı çıkanlar var hala. Bitlis Milletvekili Yusuf Ziya karşı çıkıyor. 1926'da da Şeyh Sait isyanını teşvik edenlerden birisi olacak bu kişi ve mahkeme kararıyla da idam edilecektir.
Mecliste ayağa kalkıyor ve "Efendim mademki fetva var bizim oya gerek yoktur" diyor. Mustafa Kemal Paşa, Meclis'in o oturumunda ayağa kalkıyor ve "Beyefendi. Bu memleketi yıkmak için de fetvalar verilmiştir. Fetva mutlaka Meclis'in yüksek oyuna sunulmalıdır" diyerek ulus egemenliği düşüncesini çok net olarak gösteriyor. Yani, fetvanın artık siyasi olduğunu anlatıyor. Demek ki bu siyasi bir karar ve milletin ve meclisin isteğiyle çıksın diyor. Cumhuriyetin gelişinde bu süreçleri görmemiz gerekiyor. Mustafa Kemal'in adım adım nereden nereye geldiğini bu süreçlerde görüyoruz.

İhtilal ile devrim farkı

Cumhuriyetin gelişi ne kadar bir süreci kapsıyor?

Buna bakarken Osmanlı'yı unutmamamız lazım. Çünkü Osmanlı'dan gelen bir hazırlık süresi var. Lale Devri'nden gelen bir süreç yani batı yeniliklerini alma süreci. 3. Selim ve ardından 2. Mahmut zamanında yurt dışına öğrenci gönderilmesi ve aydınların yurt dışına gitmesi, Avrupa'daki o yapıyı yavaş yavaş görmesi, 1789 sonrası Cumhuriyet'in Fransa'daki yapısını görenler bizde neden olmasın diyerek bu işi günümüze kadar getirdiler. Batılılaşma ki ben ona aydınlanma diyorum, maalesef karşısına hep birilerini bulmuş. Çıkarı olanlar, gelenekseller, muhafaza edelim diyenler, yenilik istemeyenler hep suçu dine atmışlar ve din üzerinden gitmişler. Maalesef suçlu olarak hep dini göstermişler. Dolayısıyla da bir kesim hep bundan dolayı yeniliklere karşı çıkmış. Devletin de bir kısmı bu işin içinde yer aldığı için batılılaşmanın karşısına farklı unsurlar çıkartılmaya çalışılmış. Bu yüzden olan hep batılılaşmayı savunan kişilere olmuş ve bütün sorumluluğu ve bunun sonucuna da onlar katlanmak zorunda kalmışlar ve acılar çekmişlerdi. Bu nedenle bunun mutlaka vurgulanması gereklidir. 1839 Tanzimat Fermanı, ilk kez bir devletin halkıyla sözleşmesi oluyor. 1808'deki Senedi İttifak'ı saymazsak yazılı bir sözleşme yapılıyor. Devleti temsil eden padişah, "benim tebaam din, dil, cins, ırk ayrımı olmadan eşittir" diyor. Arkasından da "bu tebaanın bütün can ve mal güvenliğini sağlamakla görevli olduğunu" vurguluyor. Bu çok önemli, çağdaş devlet anlayışıdır bu. O nedenle Tanzimat'tan sonra artık iş aydınların baskı yapmasına geliyor ve sonuçta 1876'da Meşrutiyet ilan edilerek en azından padişahın yanına bir meclis konulup mutlak monarşinin yerine meşruti monarşi geliyor. Bir de seçim ve meclis hatta en önemlisi de anayasa geliyor. Bunlar hep çağdaş devlet anlayışının ufak kırıntıları olarak bizim Cumhuriyet'e gelişimizdeki gelişmelerdir.
Şunu iyi anlamak lazım. İhtilal, var olan bir rejimi yıkmaktır. Ama devrim, var olan bir şeyi yıktıktan sonra yerine bir şey koymaktır. Yani ihtilal devrimin başlangıçtaki fiili zorla yapılan aşamasıdır. Eğer biz yıkılanın yerine bir şey koymazsak eski rejimin yerine, bu ihtilal olarak kalır. Fransız İhtilali denir ama daha sonra Fransız Devrimi diye geçer. İlk başta neden devrim denmiyor çünkü daha yıkılmış ama henüz yeni bir şey yok. Nitekim ondan kısa bir süre sonra Cumhuriyet, meclis geliyor ve yeni rejim gelince devrim gerçekleşmiş oluyor. Rus Devrimi de böyledir. İlk başta Rus İhtilali'dir, Çarlık yıkılır, ardından komünist rejim gelince bunun adı da devrim oluyor. Bizim Türk devrimi de böyledir. Önceki saltanat; Kurtuluş Savaşıyla birlikte gider. Bu Türk ihtilalidir. Saltanat bana göre kendi hatası ile yıkıma yol hazırlamıştır. Bunu vurgulamak önemli çünkü halkın lehine olan, halkın çıkarına olanı yapmadığı için yani işgallere karşı durup, halkının yanında yer almadığı için bence kendi kendini yok etti. O dönemin bir gazetesi de aynen şöyle diyor. "Saltanat-ı milliye tarihi zorunlulukların sonucudur" Ne güzel değil mi? Gerçekleştirilen millet saltanatının, işgal döneminde hanedan saltanatının yaptığı hatalardan kaynaklandığını söyler gibi. Eğer o dönemki saltanatın temsilcisi olan Vahdettin, ulusun işgali noktasında ulusu desteklemiş olsaydı saltanat belki bugün İngiltere'deki gibi sembolik anlamda saygıdeğer olarak gidebilecek bir konuma girebilirdi. İngilizler, 1201'den itibaren halkın lehine olanları tarihi süreç içerisinde kendi yetkilerinden taviz vererek halkına yansıtabilmişti. Bu nedenle hala saygı görürler evet biraz magazinleşmişlerdir ama hala saygı duyulurlar. Dediğim gibi bizde bunun olmama nedeni 1918-1922 arasıdır maalesef. 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırıldığı zaman kimse saltanatın arkasında durmamış ve "niye kaldırdınız" diyememiştir. 15 gün sonra 16 Kasım'da da Vahdettin ülkeyi terk edip gittiğinde de yine kimse "neden gidiyorsun" dememiştir. Çünkü kamuoyu ve her şeyin bilincinde olan halk o 4 yıl içinde Anadolu'daki hükümetin kendilerinin yanında iken İstanbul'dakilerin olmadığını kendi gözleriyle görmüşler ve tarihi hatalar nedeniyle de Saltanat'ın artık savunulamayacağını anlamışlardı.

Matbaaya talep oluşmadı

Batılılaşmanın önüne geçmek için dinin kullanıldığından bahsettiniz. Bunu biraz açabilir miyiz...

Avrupa'da matbaanın icat edilişinin tarihi 1450'ler. Bize resmi olarak gelişi 1727. Arada 300 yıl fark var. Osmanlı'nın matbaayı almamasının çok basit bir nedeni var. Okuma yazma oranı düşük olduğu için Osmanlı seri üretime geçmeyi gerekli görmüyor. Okuma yazma oranına göre elde olan ve el yazması değerli, süslü, ciltli, altın varaklı kitaplar; okuma yazma bilen halkın talebine yetiyordu. İhtiyacı yoktu. Osmanlı'nın son döneminde bunun gerekliliğini anlayıp matbaayı getirmek istediklerinde de çeşitli bahaneler ortaya çıkıyor. Bunlardan birisi de din. Ne gerek var, bu gavur icadına, Kuranı Kerim matbaada taşlı harflerle basılır mı, günah diyor rantı bozulacaklar ve olaya din gözüyle bakıp yeniliklere hep karşı çıkıyorlar. Yani din aslında matbaanın son dönemde ülkeye girişi sırasında çıkarı bozulacak olanların bir bahanesi olarak kullanılmış. Ama asıl neden; genel anlamda okuma yazma oranı düşük olduğu için almaya gerek duymuyorlar. 1826'da fesin ülkeye girişi de aynı şekilde. Yunan adalarından getiriliyor ve getiren 2. Mahmut'a karşı çıkıyorlar. Yine din üzerinden gidiyorlar. Gavur başlığı diyorlar ve bunu getiren de "gavur padişah" diyorlar. Fesle birlikte dar pantolon da geliyor. 100 yıl sonra 1925'te "Avrupalı olalım, batılı olalım ki; batı bizi hakir görüp ötekileştirmesin ve sömürmesinin önüne geçelim, halka güven verelim, batılılardan eksiğimizin olmadığını onlara göstermiş olalım" diye şapka geldiğinde de yine aynı şekilde gavur başlığı deniliyor ve daha evvel "gavur başlığı" dedikleri fesi de "dini başlığımız" diye sahip çıkılıyordu. Güçlerini devam ettirebilmek isteyen yöneten kesimler; dinin arkasına sığınan insanlar sorgulamayı bırakmıştı. Avrupa 1789 sürecine kadar akıl ve bilimi dinin içerisine sokmuş, bizden aldıklarıyla yükselmiş, biz de tam tersi dinin içerisinden akıl ve bilimi çıkartarak gerilemiş durumdaydık. Öğrencilerime "Avicenna kimdir" derim. Avicenna Avrupalıların "İbni Sina'ya verdikleri addır. İbni Sina adı, Arapçadır ama bir Türktür. Tıp biliminde çok önemli eser veren İbni Sina'yı Avrupalılar bizden öğreniyor. Kitaplarını kendi dillerini çevirip bilimde gelişebiliyorlardı.
2. Abdülhamit siyasal İslam politikası uyguladığı zaman halkı dinen kendisine bağlayabilmek için tamamen dini politikalara yöneldi, siyasal İslam'ı geliştirdi. Parçalanmaya engel olmak için yaptı ama engel olamadı. 2. Abdülhamit'in düşüncesi Osmanlı topraklarındaki Müslümanları bir arada tutmaktı ama olmadı. Özellikle 1915'te Arapların İngilizlere destek vermesi büyük bir travma yarattı. Bana göre, o dönem İslamcılık artık savunulamaz hale gelmişti bu nedenle. Artık kimse tarafından savunulamaz hale geldi. İslamcılık yapmak isteyene Arapları örnek gösterdiler. "İslamcılık dedik bakın adamlar bizi sırtımızdan vurdu" diyerek kimse savunamaz oldu. Osmanlıcılık da aynı şekilde 1912-13'te savunulamayacaktı artık. Zira "Osmanlı" olarak bilinen azınlıklar ve Müslüman Arnavutların Osmanlıya savaş açması da bu kurtarma çabasını artık kimsenin düşünememesini sağlayacaktı.
Bu arada atlamayalım Enver Paşa'yı herkes Türkçü sanır ama o İslamcıdır. 1921'de Azerbaycan'dayken Orta Asya Müslümanları attığı imzanın altına "Halife-i Müslimin'in Damadı" yazması nedeniyle ayaklarına kapanarak onu selamlamışlardı. Türkçü düşünceleri vardı ama Enver Paşa'nın politikaları tam bir siyasal İslamcılıktır.  

Atatürk'ü ve devrimini nasıl örnek almalıyız?

Bu konuda çok tartışma çıkıyor. 1930'lardan itibaren bir Kemalizm kavramı çıkar. Mustafa Kemal, bunu başlangıçta kullanmak istemez ama daha sonra bu ideoloji olarak topluma yansımaya başlamıştı. Ancak dikkat çekici en önemli taraf; Türkiye'de herkesin evrensel olarak da önemli olan söylemlerin bir tarafında kendilerinden bir şey bulabilmesiydi. Sol milliyetçiler, sağ milliyetçiler, daha liberal olanların hepsi Kemalizm'i bir yerinden tutmuştu. Birileri adalet ve eşitliğinden, antiemperyalist yönünden, devletçiliğinden, Türk milliyetçiliğinden, aydınlanma ışığından, sorgulayan zihniyetinden etkilenmiş ve Atatürk'ün düşünce yapısını kendine yakın bulmuştu. Dolayısıyla şu an Türkiye'deki Atatürkçülüğün veya Kemalizm'in bana göre yaygın olması ve herkesin Atatürk'ün antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı milli duruşu nedeniyle sahip çıkmasının ana nedeni de budur. Siyasal anlamda Kemalizm'e düşman kesimler dahi farkında olmadan onlar bile Atatürk'ün bir yönünü tutmuşlardır. Çünkü altı oktan gelen sistem herkesi bir yerinden tutuyor. En önemli zamanlarımızda Atatürk ve düşüncelerinin ne kadar önemli olduğu, onun o tam bağımsızlık vurgusu ön plana çıkıyor. 15 Temmuz'daki o rezil kalkışma sonrası birçok kişi Mustafa Kemal Atatürk'ün çağdaş zihniyetinin ne kadar önemli olduğunu çok iyi anladı ama hala bazılarının farkına varamadığını düşünüyorum.

Bizi ayrışmadan o kurtarabilir

Bizi ayrışmadan kurtaracak ve birleştirecek tek mekanizma; Atatürk'ün ulus devlet tanımıdır. Din ve etnik fark olmadan herkesin eşit birer Türk milletinin ferdi olmasıdır. Atatürk'ün dediği gibi, 'Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir'. Türk ulusun adıdır. Bu coğrafyada yaşayanlara yüzyıllardır verilen isimdir Türk. Nitekim cumhuriyetle birlikte ulus devlet üzerinden verilen "milli eğitim" sonucunda bugün Suriye'ye yapılan Barış Harekatı'na tüm ülke topyekun destek verebilmiştir. Sporcularımızdan, farklı siyasi yapıdaki siyasetçilerimizden, her yaştaki halkımıza kadar herkesin ortak desteğinin temelinde Atatürk'ün ulus devlet anlayışı yatmakta. Din insanların kalbindedir, inanan inanır, inanmayan inanmaz kimse karışamaz evet ama dini kimlik yerine milli kimliğin ne kadar önemli olduğunu da son gelişmelerde Filistin, Suudi Arabistan gibi ülkelerin bizim yanımızda durmaması bize çok net gösterdi. Ayrıştırmadan, ötekileştirmeden tel yolun ulus devlet kimliği olan Türk milleti ortak payda olmalı.. Bunu tüm siyasetçilerin çok iyi okuması gerekmektedir.