İzmir'de 2010 yılında kurulan Şifa Üniversitesi'nde 4 yıllık görev süresini tamamlayan Kurucu Rektör Prof. Dr. Yusuf Erdoğan'dan görev teslimini alan yeni Rektör Prof. Dr. Mehmet Ateş, Şifa Üniversitesi'nin kuruluşunu, kendisinin eğitim ve idare anlayışını anlattı

*Şifa üniversitesi nasıl doğdu?

12 Aralık 1970 yılında Türkiye Tabipler Vakfı kurulduğunda kurucu üyemiz Yusuf Erdoğan da o zamanlar bir dahiliye uzmanı idi. 8-10 arkadaşı ile beraber kurdukları bu vakıf, 'Türk tıbbına nasıl hizmet edebiliriz' fikri üzerinde yoğunlaşıyor. 35 yıl önce o tohum ekildiğinde bir gün bu kadar kök salıp üniversiteler kurabileceklerinin akıllarından geçtiğini sanmıyorum. Hepsi çok genç ve  idealistler. Bornova'da küçücük bir poliklinik açıyorlar. Orası restore edildi ve hala idare merkezi olarak kullanılıyor. 1987'de kapasitelerini artırarak devam ediyorlar. Ben kış çocuğuyum, güzel bir kardanadam yapabilmek için zeminin temiz olması gerekir. Niyetler temiz olunca hızla büyümeye devam ediliyor. 1995'te caddeye çıkmaya başlanıyor. Yaklaşık 110 yataklı bir hastane kuruluyor, sistem oturuyor ve bir hastane psikolojisi oluşuyor. Şu anda 170 yataklı Şifa Üniversitesi'ni kullanıyoruz. Üç hastanemizin toplam yatak kapasitesini topladığımızda yaklaşık 400 civarında ediyor. Bu oldukça ciddi bir rakam. Bir baktık ki gerekli yeterlilik ve kalitede doktor, hemşireye çok ihtiyaç var. Vakıf kurulunda bu açıktan dolayı bir üniversite kurma sancısı oluşuyor. Her sancıdan sonra güzel bir doğum olur. Nihayet Vakıf heyeti imkanlarını zorlayarak Şifa Üniversitesi'ni açmaya karar veriyor.

*Siz nasıl tanıştınız?

Ben bu Vakıf ile 1987'de tanıştım. O zamanlar 3. sınıf öğrencisiydim. Bir sempozyum düzenlemişlerdi ve afişini duvara asmışlardı. Afişte küçük bir ücret karşılığı görev alacak gönüllü öğrenciler arandığı yazıyordu. Tabii o zamanlar öğrenciyiz. Hem biraz para kazanmak hem de gelişmek niyetiyle başvurdum. Değerli hocalarımızla da bu sempozyum sayesinde o zamanlar tanıştım. O günden sonra Vakıf düzenlediği tüm etkinliklerine beni de çağırdı. 1997'de kalp damar cerrahisi uzmanı olarak görev yaptım. Evlendim, bir dönem Amerika'ya gidip geldim. Doçent olduktan sonra 2008'de klinik şefliği yaptım. Mehmet Akif Ersoy Hastanesi'nde kurucu başhekim atanma sürecim devam ederken o zamanlar Türkiye Tabipler Vakfı  Başkanlığı yapan Dr. Mahmut Akman telefon ederek beni İzmir'e çağırdı. Gittiğimde Vakıf toplantısına götürdü ve 35 senedir yorulduğunu, artık emekli olmak istediğini söyleyerek üniversite kurma arzularından bahsetti. 'Eşin Esra'yla konuş ve kararını ver' dedi. Böyle bir teklif alacağım aklımın ucundan bile geçmiyordu. Ben bir balık yiyecek, oturup sohbet edecek ve İstanbul'a geri döneceğim diye düşünüyordum. Eşimin işi, kendi işim, çocuğumun okulu her şeyimizle İstanbul'da kökleşmiş bir haldeydik. Ailemle yaptığım istişareler sonucunda İzmir'e gelmeye karar verdik. O zamanki sağlık bakanımızla konuşarak üniversite kurma izinlerimizi aldık.


'İyi ki İzmir'deyiz'


*'İyi ki' mi İzmir yoksa İstanbul'dan döndüğünüz için pişmanlık yaşadınız mı?

Hayır, kesinlikle pişmanlık yaşamadım. İyi ki İzmir. Fiziki farklılıklar benim için çok önemli değil. Amerika'da, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, ülkemde çeşitli koşullara sahip hastanelerde çalıştım. Benim için mühim olan sanatımı icra etmek ki ben öncelikle kalp damar cerrahıyım. Gittiğim yerde bir şeyler öğretiyor ya da öğreniyor olmak ve hep beraber çalışıyor olmak önemli. Yoksa tabii İstanbul ile İzmir'i farklı kategorilerde şehirler oldukları için mukayese edemem. İkisinin de ekonomiye, yaşama bakış açıları farklı. İzmir daha rahat bir şehir. Allah'a çok şükür, ailecek İzmir'de mutluyuz.

*İzmir sizi rahatlattı mı? İzmir insanı biraz daha hayatı farkında yaşıyor.

İzmir'de özellikle üniversitenin kuruluşu sırasında, takım arkadaşlarımla nefes dahi alamadık. Gerçekten 2008 Kasım'ından itibaren çok yoğun bir çalışma ortamına girdik. 6 yılı dolduruyoruz bu yıl. Teftişler, heyetler, Milli Eğitim Bakanlığı müracatları, kanunla üniversite kurabildiğimiz için TBMM sürecimiz derken 2010 yılında Sayın Cumhurbaşkanımızın imzasıyla üniversitemiz kuruldu. Ardından eğitim öğretim iznimizi aldıktan sonra 2011 yılında 246 öğrenciyle öğretime başladık. O zamanlar üç fakültemiz vardı. Bu senenin sonunda ilk mezunlarımızı vereceğiz. Şu an ise 5 fakülte bölümü 13 Meslek Yüksek Okulu bölümü, 7 lisans, 6 doktora yaklaşık 32 bölüm yer alıyor. 5 bölümden 36 bölüme çıktık.

*YÖK'ten onay bekleyen bölümleriniz var mı halihazırda?


Sizin gelişiniz ve sorunuz çok güzel bir tesadüfle buluştu. Bugün önümüzdeki 5 yıllık plan ve projelerimizi konuşacağımız bir toplantımız yapılacak ve 25-30 bölüm daha açmayı tartışacağız. Yeni kampüsümüzün bitmesiyle birlikte bu bölümlerin açılma zamanlarını birbirleriyle uyuşturmaya çalışıyoruz. Gaziemir, Göztepe, Buca hastaneleri, diş hekimliği fakültesi hastanemiz, fizik tadavi merkezleri, aile sağlığı merkezleri açtık. Şu an İzmir'de altı hastanede hizmet veriyoruz. Toplamda 12 sağlık kuruluşumuz var.

'Görüşmelerimi yüz yüze yaparım'

*Sizin rektör olarak fakınız ne olacak?

Bir iş başvurusu yaptınız diyelim. Sizden sonra dört kişiyle daha görüştüm. Benim bir yönetici olarak bunu fark etmem lazım. Bana verilen CV'lerden biri yalap şap yazılmış, diğeri özenle yazılmışsa ben bunu değerlendirmeye koyarım. Oturmanı kalkmanı, kendini ifade tarzını değerlendiririm. Bunu tüm dünya yapıyor zaten. Psikolojik ve sosyolojik testlerin hepsi hikaye. Biz Türk milleti olarak, yüz yüze işe alımlarımızı, frekansımızın tutup tutmayacağına bakarak yapıyoruz. Telefonla, maille sevmiyorum bu işleri yapmayı. Hala ben dekanımızla bir şey görüşeceğim zaman üşenmeyip ofisine gidiyor ve görüşmelerimi yüz yüze yapıyorum. Mail yoluyla da halledebilirim ama bana uygun değil. Daire başkanlarımla görüşmem gerekiyorsa ve  onlar dışarıdalarsa sekreterlerime onlar işlerini bitirip geldiklerinde bana haber verin derim.

*Bu çok ince bir yaklaşım...


Aslına bakarsanız bencilce... Akıllıca bir bencillik... İşin aslına bakarsanız onların işlerini benim görüşme isteğim nedeniyle aksatması, yapılacak işin tamamlanmasını engeller ve zararı yine bana döner. Örneğin Daire başkanım sınıfların kaloriferini döşetiyorsa 'Aaa rektör çağırıyor, hemen gitmeliyim' psikolojisine sokmam. Beklerim işinin bitmesini. Odasına döndüğünde görüşmemi yaparım. 

*Genelde ülkemizde yöneticiler böyle yapmaz, biliyorsunuz.
Bence üsluplarının kendi işlerini aksattığının farkında değiller, ondan. Bir haftada bağlanacak doğalgaz bağlanma işini, bir iki ay geciktirmiş olursunuz. Bu bakış açısı aslında sistemi negatiften pozitife çevirmek. Hem zaman hem enerji kaybını önlemiş oluyorsunuz. Veli benim çocuğum üşüyor dediğinde, bu işin sorumlusu kimdi tabii ki bendim. Bu tecrübe bizi ayakta tutuyor.

'Öğrencilerimiz, 4 yıl daha erken hayata başlayacaklar'


*İngilizce sadece mesleki İngilizce olarak mı öğretiliyor?

Bizim üniversite olarak önemsediğimiz iki konu var. Dedik ki kaliteli ve aynı zamanda hızlı öğrenci yetiştirmemiz lazım. Biz şu anda eğitim bandına çocuklarımızı koyduk. Öncelikle hazırlık sınıfı koymayarak, 960 saatlik İngilizce dersini, 240 – 240 dört yıla böldük. Online İngilizceyle Latin Amerikalılardan ve Filipinlilerden ders alınıyor. Çocuklarımıza bu şekilde bir yıl  kazandırmış olduk. Zaten çocuklarımız 2. ya da 3. sınıflarında yurtdışına okumaya gittikleri için dil sorunlarını bu süre içinde çözmüş oluyorlar. Bütünleşik doktora sistemiyle 5 yıllık doktorayı 3-4 yıla indirmiş oluyoruz. Türkiye'de yüzlerce tıp profesörü bulabilirsiniz; ancak hemşirelik, diyetisyenlik, fizyoterapistlik, anestezi profesörlüğü bulamazsınız. İşte ülkemizdeki bu önemli açığı kapatmamız gerekiyor bizim. Bu sene 4. sınıf çocuklarımız yüksek lisans derslerini alıyorlar ve gelecek sene de kısmetse tezlerini verip en azından yüksek lisansla mezun olacaklar. Bir sene İngilizceden bir sene de yüksek lisanstan kazandık, iki sene de doktoradan kazandıracağız ve toplamda bu çocuklar dört yıl hayata erken atılacaklar. Zaten çocuk boş bir kese, ne verirsen onu alıyor; çalışsın ve yorsun kendini. Çocukları zorlamaz, boş bırakırsak gider kafeteryada oturur; nerede, kiminle vakit öldürsem diye bakınır; İzmir'i, Bornova'dan çıkıp Alsancak'a kadar adımlar. İsimlerini bile söylerken kendimi kötü hissediyorum; alkole, sigaraya, uyuşturucuya bulaşır. Sen beni bana bırak, bak ben neler yapıyorum der. Öğrenci böyle bir şey.

*Enerjileri çok çünkü...

Evet, eğitimle çocuklarımızın düşünme ve öğrenme enerjilerini pozitif yönde geliştirirken, yine pozitif sosyal ve sportif etkinliklerle bedenlerini de yoruyoruz. Bunları tabii yapalım ama biz çocuğu öyle salarsak ortaya hangi rüzgarlarla savrulacağını bilemeyiz. Bundan 20 sene sonra Türkiye'yi idare edecek çocuklar yetiştiriyoruz biz. Çeyrek asır sonra biz gideceğiz ve bu çocuklar gelecek. Dünyanın kaderine yön verecek çocuklar bunlar. Eğer biz bunları zamanında doğru işlemez ve yönlendirmezsek bunun sonucunun sorumlusu da yine biz oluruz. Çocuklarımızın bizim yanımızda enerjisini boşaltmasını sağlıyoruz. Çocuğumuz sigara içmek gibi bir seçimde mi bulunmuş, sigarasını karşı kafeteryada içmesin diye en güzel sigara içme odalarını yaptırdım. 'Yavrum bu sana yakışmıyor' diyerek sigaranın zararlarını ona tanımlamaya çalışırım, o ayrı mesele, fakat her halükarda çocuğumuz bizim gözümüzün önünde olsun. Çünkü başka bir yerde sigaradan sonra ne içirecekleri belli değil. Benim gözümün önünde sigarasını içsin, afiyet olsun, hiçbir şey demem. Enerjisini müzikle atacak atsın... Çok güzel bir müzik kulübü kurup top olmuşlar; ne mutlu, yapsınlar. Üniversal eğitim, özgürlük eğitimidir. Çocuklarımızın özgürlüğünü kısıtlamadan ama onların da, Allah etmesin, kötü koridorlara gitmesini engellemek lazım. Bunu çok önemsiyoruz.