“Fransız halkına Asya’nın egsoztizmini satan yazar Pierre Loti 1899’da Hindistan’ı ziyaret etti. Yolculuğunu trenle yaptı.Her istasyonda onu açlar korosu karşılıyordu.Oradaki çocukların,daha güzel bir deyişle mor dudaklı kaymış bakışlı,sinek ısırıkları yüzünden delik deşik çocuk iskeletlerinin sadaka dilenirken ki yakarışları lokomotifin gürültüsünü bastırıyordu.İki ya da üç yıl önce bir kız ya da erkek çocuğu bir rupiye satılıyordu, ama şimdi bedava versen alan yoktu.
Tren yolcu taşımıyordu. Arkadan ihraç edilecek olan pirinç ve darıyla dolu vagonlar geliyordu. Muhafızlar elleri tetikte bekliyordu.O tarafa hiç kimse yaklaşmıyordu.Çuvalları gagaladıktan sonra uçan güvercinler dışında..”
Eduardo Galeano’nun bu sözlerini okuduktan sonra ne zamandır Hindistan’da insanların var olabilme mücadelelerine yönelik birkaç şey anlatmak hayali ile aradığım fırsatı bulmuş oldum. Çünkü benim için yaşamak sadece nefes alıp vermek değildir; yaşamak bir var olabilme savaşıdır ve bu insanların öykülerine baktığımda sadece var olabilmenin kutsallığını bir kez daha hissedebiliyorum.
Hindistan gerçekten ilginç bir yer öyle ilginç ki oyun kağıtları bile yuvarlak. Hint kızlarının ise çok güzel olduklarını söylenir. 1947 de İngiltere`den bağımsızlığını kazanan bu ülkede İngilizler Osmanlılar’ın fethettikleri ülkelerdeki gibi siz verginizi verin ve işinize bakın dememişler ve ülkeyi tam bir koloni haline getirmişler. Bu yüzden ülkede trafik sağdan akıyor, yani bir otomobilde direksiyon solda değil sağda.Üstelik ülkede ingilizce ikinci resmi dil olduğu gibi, kriket ve polo oynanıyor ve ülke bağımsız olmasına rağmen İngiltere’den değişik zamanlarda bağımsızlığını kazanan birçok ülke gibi İngiliz Uluslar Topluluğu üyesi olarak kalmayı sürdürüyor.
Hindistan; kısaltılmış adı ile BRIC denilen Brezilya, Rusya, Hindistan (India) China (Çin) le birlikte dünyanın en hızlı gelişen piyasalarına sahip ülkelerinden biri. İşgücü bakımından da ucuz bir pazar olduğu için bugün ABD’ de bir tüketici herhangi bir firmadan aldığı bir ürünle ilgili kendisine verilen telefon numarasını aradığında karşısına belki Yeni Delhi`den veya Mumbai`den bir genç kız çıkıyor, çünkü birçok batılı ülke bu pazarlama faaliyetlerini nasıl daha ucuza getiririz diyerek böyle bir strateji izliyorlar. Hatta daha önce ben de kendi kullandığım telefonumla ilgili bir problemle ilgili olarak verilen telefon numarasını aradığımda karşıma çıkan kişiye nerede olduğunu sormuştum o da bana Fas’ta olduğunu söylemişti.
BBC’de Hindistanla ilgili çok belgesel yayınlanır ve bunlardan biri de Paul Merton’un sunduğu bir yapımdır.Üstelik Paul burada olan biteni anlatırken bayağı esprili bir dil kullanıyor, örneğin yerel rehber eşliğinde kenti gezerken birden caddede tuhaf kılıklar içinde birileri çıkıyor karşısına ve o dans eden topluluktaki tuhaf kılıklı insanlar çevresinde çığlıklar atarak dolaşırken ondan para istiyorlar, para vermezse ona rahat yüzü yok. O da böyle olunca bize yani seyirciye, verin 500 rupi de kurtulun, diyor, üstelik daha azı olmazmış. O da yaklaşık 6 pound ediyor. Burada içinde bulunduğu durum bir yana asıl onun bakışları beni daha çok ilgilendiriyor, nedeni ise bir batılının doğu dünyasına özgü böyle bir gariplik karşısında sözlere dökemediği tepkisini izlemenin keyfi olsa gerek. Nitekim onu izlerken bu durumu Türkiye’de stand-up gösterileri ile tanınan bir komedyenin de çok iyi gözlemlediği gibi bir Türk’ün bir restoranda garsona ingilizce olarak “ortaya karışık” diyebilmek için verdiği mücadele esnasındaki şaşkın tavırlarına benzetiyorum.
Öte yandan bu kentte bazı çift cinsiyetli insanlar var ve bunlar tıpkı Osmanlı sarayındaki gibi hadım edilmişler. Onlara bildiğimiz kadarı ile Harem ağası denirdi, ama bazen cariyelere aşık olduklarında işler fena halde karışır ve bu durum ortaya çıkınca da bir gece o cariye ile birlikte kayığa bindirilerek elleri bağlı bir halde üzerlerinde ağır bir taşla denizin dibini boylarlardı, ama her durumda yasak aşka izin verilmezdi.
Sonya isimli eşcinsel kılıklı adam da hadım edilmiş biri. Haydarabad kentinin kenar mahallelerinden birinde eski ve döküntü bir yerde yaşıyor. Paul, liderleri Sonya olan bu hadım edilmiş erkekleri görmek için oraya gidiyor, ancak işe bakın ki Paul`u fena halde beğeniyorlar ama yapacak bir şey yok. Bunların tek bildikleri bu tuhaflıklarını bir mazaret olarak kullanarak girdikleri dükkanlardan veya daha büyük alışveriş merkezlerinde kargaşa çıkararak haraç alır gibi paralar toplamak. Dükkan sahipleri ise zorunlu olarak yeter ki başlarından gitsinler diyerek onlara bir miktar para vermeyi göze alıyorlar. Bunlara aslında bir çeşit hadımlar çetesi denilebilir. Yaşamak için değil belki ama var olabilmek için birçok yol vardır. Bu hadım edilmiş adamlar çetesi de böyle bir yol bulmuşlar. Yani üç tekerli ve çekçek edilen bir çeşit motosikletli araçlara binerek yol üstünde her yere girip çıkarak para istemek. Sonuç olarak hayat böyledir, siz bazılarına yaşamak için bir yol açmazsanız onlar kendilerine bir yol açar.
Yine Hindistan`dayız. Bu kez onların da Guinness gibi bir rekorlar kitabına giren bir şahsiyetleri olduğunu öğreniyorum ve bu kitapta enteresan bir Hintli’nin öyküsü var. Bu “en” lerin yer aldığı kitapta dünyanın en küçük vücutçusu var. Adı :Romeo yani takma adı bu.
Romeo sadece 83 cm boyunda ve 9 kg ağırlığında ama kendisi 19 yaşında. Bu küçücük-aslında minicik adam işte bu rekorlar kitabına girmiş ve incecik sesiyle çok ünlü olmuş üstelik geceleri de bir diskoda dans ediyor. Ailesi bu durumdan o kadar memnun ki Romeo o eyaletin en çok tanınan cücesi ve iyi de para kazanıyor.
Şimdi şöyle bir düşünelim, dünyaya bu şekilde gelmişiniz yani incecik ve çelimsiz bir beden içinde hapsolmuş olarak ve sadece 83 cm boyundasınız ama bir gün siz de o halinizle vücut geliştirme sporuna ilgi duyar mısınız ve böylece hayatınıza bir anlam katacak bir şey yakalayabilir misiniz? Kimbilir o haliniz o kadar sıra dışı ki nasıl bir şansım olabilir diye düşünüyor olabilir misiniz?.Hayata küsmeyen Romeo işte bu sıra dışı halin tadını çıkarıyor. En kötü durumda olduğu varsayılırken bile diğerlerinden daha mutlu ve daha refah içinde yaşıyor ve ben ne zaman kötü veya iyi diye bir şeyin olmadığı ama yaşamda bizim için ideal olan bir şeyler olduğunu iddia etsem aklıma Romeo gelir ve sonra da Nietzche’nin Amor Fati adı ile anlattığı öyküdeki ihtiyar taşçı ve o ünlü sözü aklıma gelir. Öykü şöyledir: “Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır. Güneş onu yakıp kavurur. O da Tanrıya yakarır keşke güneş olsaydım diye.“Ol” der Tanrı. Güneş oluverir. Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz. Bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı. Bulut olur. Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur. Rüzgâr olmak ister bu kez. Ona da “Ol” der Tanrı. Rüzgâr her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur. Her şey karşısında eğilir. Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar. Oradan eser buradan eser, kaya bana mısın demez.Tanrı kaya olmasına da izin verir. Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı ama sırtında bir acı ile uyanır. Bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.-işte bu yüzden-Kaderini sev belki de seninki en iyisidir.”