Antakyalı Mehmet Cemil, ülkedeki  savaş ortamından yorulmuş ve bu yüzden 1919 yılında İskenderun Limanından kalkan bir gemiyle dünyayı dolaşmaya karar vermiştir.  Gittiği her ülkede bir süre kaldıktan sonra, önce Güney Amerika’ya ardından Güney Afrika’ya gelir.Tarihler  1928 yılını gösterdiğinde Gine’nin başkenti Conackry’ye gelmiştir. Buraya yerleşmeye karar verir.

 Fransız  sömürgesi olan bu ülkede post ticareti yapmaya başlayan Mehmet Cemil, ayrıca bölgedeki değerli taşları başka ülkelere satarak sürdürür yaşamını. Bir gün derede çamaşır yıkayan genç bir kız görür ve gördüğü anda büyülenir. Birkaç gün sonra Kasambiy denilen köyde daha önce derede gördüğü kız, bir rumba dansı yapmaktadır. Bu kız,Gine’nin dört büyük kabilesinden biri olan Bagaların lideri Morlaye Camara’nin kızı olan Fatumata’dır. Güzelliği,neşesi ve dans yeteneği ile kabilede herkesin hayranlığını kazanan siyah derili Fatumata’ya aşık olan Mehmet Cemil, bu kızla evlenmek ister ancak babası beyaz bir gence kızını vermek istemez, ama pes etmeyen aşığımız, sonunda amacına ulaşır ve evlenirler. Sözü edilen Fatumata, ünlü dansçı ve kareograf Sait Sökmen’in annesidir.
Mehmet Cemil  orada aslında neyi görmüştür ? Güzel bir kız mı ?yoksa nedenini açıklayamadığı bir aşkla bağlandığı ve hiçbir karşılık beklemeden sevdiği  genç bir kızı mı? Hiç kuşkusuz öncelikle gördüğü güzel  ve siyah bir genç kızdı ama aşkı hayal etmiş,istem dışı kurgulamış  ve böylece yıllarca sürecek bir sevgiyi de hak etmiş ve ödülünü de almıştır.

 Güzellik her zaman bir avantaj mıdır?.Öyle gözüküyor ancak bu güzelliği nasıl tanımladığınıza da bağlı bir olgudur. Hayallerimizi zorlayan bu gerçek öyküde gerçekleşen şeyin, bir güzelliğin  sınır tanımayan  bir aşkı ateşlemiş olabileceğini ve insanların yazgılarını derinden etkileyebileceğine tanık oluyoruz. Herkesin kendine göre bir güzellik algılaması vardır ,Mehmet Cemal’in de vardı ama bu konuda hepimizin aynı anda uzlaştığı bir ortak payda da olmalıdır.
Peki ideal bir güzellik var mıdır ? Platon, güzelliğin mutlak olduğunu ideal bir güzelliğin var olması gerektiğini açıklar. Güzellik, güzel kadın duyumunun ideal formudur. Buna göre, güzellik, duyumların ötesinde varolan ve tek tek güzellik duyumlarını şekillendiren bir idea'dır. Plotinus'a göre güzellik, ilahi aklın dünyadaki yansımasıdır. Aristoteles, "güzel olan, salt kendisi için arzulanabilir olandır" der. Ayrıca ona göre, güzellik matematiksel bir orantı gibi ele alınır.Güzel olan kavranabilir olmalıdır ve bu da oran ve ölçü ile ilgilidir.Güzellik insanların çoğunda hoşnutluk ve sempati uyandıran biçimsel bir duruş gibi gözüksede daha derinlerde farklı anlamları olan subjektif bir değerlendirme gibi gözüküyor.

Eski Yunan filozoflarından Plotinus güzelliğin ilahi aklın eşya alemindeki ışıltısı olarak tanımlamıştı. 19. yüzyılda Alman filozof Hegel'e göre güzellik, doğanın kendisinin bütünündeki mutlak ruhun görüntüsüydü. Immanuel Kant, güzelliğin subjektifliğini vurguladı, ancak onun sadece duyumsama ile ilgili değil ,kişinin güzel ve çirkin ile ilgili yargılarının sonucu olduğunu ortaya koydu.  Bu noktada şu soruyu sorabiliriz.Güzel olan bakılana değil, bakana göre mi belirlenir ?yoksa , bakana değil bakılana özgü olan ve simetri, oran gibi matematiksel formüller mi vardır? örneğin güzellik yarışmalarında bu kural geçerlidir ve kadın yüzü ve vucudu  dıştaki güzelliği ölçmek  için varolan simetrik ve matematiksel ölçüler kullanılır.Güzelliğin kavranılabilir tek kaynağını yine de doğal görünüşlerin  meydana getirdiğini söylemeliyiz. Doğal olan ya da doğaya göre donanan, doğanın biçimlerini, oranlarını, düzenlerini yeniden meydana getiren ya da benimseyen herşey güzel sayılır, güzel diye algılanır. Güzellik izleniminin başka kaynağı olamaz.  Ama ideal güzelliğe yakın olmayan insanlar toplumdan dışlanabiliyorlarda.Buna en iyi örnek  Victor Hugo'nun Notre Dame'ın Kamburu romanındaki çirkin görünümlü Quasimodo’nun ortalamadan farklı olması  ve bu nedenle toplumdan dışlanmasıdır..Araştırmacılara göre hoş görünümlü öğrenciler öğretmenlerinden sıradan öğrencilere göre daha yüksek notlar almaktadırlar. Ayrıca çekici hastalar doktorlarından daha iyi bakım alırlar. Çalışmalar, yakışıklı suçluların, kendilerinden daha az çekici özellikteki suçlananlara göre daha hafif cezalar aldıklarını gösteriyor. Londra Guildhall Universitesi'nin 11,000 denek üzerinde yaptığı araştırmaya göre normalden daha az çekici sayılan erkekler çekici olanlardan %15 daha az kazanırken ortalama bir kadın çalışan, çekici olan rakibesinden %11 daha az kazanmaktadırBu durumda güzellğin değil ama çirkinliğin bir sorun olduğu ya da olabileceği oldukça açık. Öte yandan farklı algılamalarda söz konusu olmuştur.Örneğin 1800'lü yıllarda yapılmış bir Goya tablosundaki tombul görünüşlü güzel kadın tasviri ile günümüz süpermodelleri arasındaki fark siyahla beyaz arasındaki fark gibidir. Toplumların beğenileri  zaman içinde farklılaşmıştır ama  1950 lerdeki giyim tarzları ,makyaj, kadın ve erkek giyimi aksesuarları 1980 lere ve bugüne yani 2000’ li yıllara göre çok değişmiştir ve biz beğenilerimizi  o zamanların estetik değerleri içinde algılanmaya programlanmış bir hayatın içinde şekillendiririz.

Demek ki  güzelik anlayışı değiştirilebilir ve yönlendirilebilir bir olgudur.O zaman bugünün güzellik standartları da değişmeye mahkum gözüküyor. Ancak hiç değişmeyecek  şeylerde var.Çünkü araştırmalara göre büyük gözler ve açık ten rengi bütün kültürlerde güzel bulunmuş. Bu  bizi Platon’un salt bir güzellik ölçüsünün olabileceği  gibi bir varsayıma götürse de, güzelliği yaratan şeyin sadece simetrik ve ideal ölçüler değil ,sizin onu nasıl anlamlandırdığınız noktasında düğümleniyor.
Güzelliğin binlerce tanımı yapılsada bu satırların yazarı olan benim icin bir gerçeğin keşfidir,size odaklanan ve sizi seven,beğenen tüm olumsuzluklara rağmen sizin ruh dunyanızı zenginleştiren ,onu dekore eden kişi  güzel olmalıdır.Örneğin, çirkin olduğu söylenen transandalist H.D.Thoreau’ nun  komusu onun icin ”uzun burunlu tuhaf,  gizli dış görümümüne son derece uygun saygılı ama inceliksiz taşralı tavrına sahip çirkin mi çirkin, biri “olarak anlatıyordu.Thoreau gerçekten de nadiren banyo yapar,darmadağın saçlarını nadiren tarar,giysilerini nadiren değistirir ve sofra adabından yoksunluğu  ile ün saldığı söylenirdi .Bazen parmaklarıyla  yemek yer ama insanlar onun bu kusurlarını görmezden gelirdi .Bir arkadaşı onun bu durumuna karşın “Çirkinlğinin dürüst  ve hoşa giden bir yanı var ve ona güzellikten daha çok yakışıyor” diye söylemişti.Öte yandan  bu çirkinlğine rağmen Amerikalı yazar Louisa May Alcott ona aşık olmustu ve” dikkatli bakan biri kusurlarının ardında mükemmel bir adamı oluşturan o muazzam hatları görebilir,”demişti. Bu durum ünlü Rus yazarı Tolstoy için de geçerliydi. Henüz otuzlu yaşlarındaki  Tolstoy evlenip yerleşmek ve normal bir hayat sürdürmek için fazla yaşlı ve çirkin olduğuna inanmıştı. Bir doktorun kızı olan Sofia Andreyevna onunla evlenmeye razı olunca hayrete düştü, çünkü kendisini çirkin olarak düşünüyordu, belki öyleydi ya da değildi ama bu Sofya için bir anlam taşımamıştı.

Güzellik kavramına bir başka yaklaşım ise besteci ve eleştirmen Robert Schuman’dan gelmiştir.Ona göre, iki çeşit güzellik vardır, doğal ve şiirsel.. Schuman, müzikte veya başka bir sanatta her iki türlü güzelliğin de ortaya çıktığını ama doğal güzelliğin duyumsanan zevkler olduğuna işaret eder. Şiirsel güzellik ise  doğal güzelliğin bittiği yerde başlar.Benim bu aşamada ,sormadan geçemeyeceğim soru  şudur.Sanatçıların aradığı hangisidir? Gerçeği mi ararlar yoksa aradıkları gerçeğin sadece bir yansıması mıdır? Bir iliüzyon mudur yaptıkları? Onlara bu noktada ne kadar güvenmeliyiz? Bizim işimize yarayan bir güzellikten söz etmeyen sanatçı duyarlılığı karşısında bizler bir düşler tarlasına atılan ve orada yaratılan bir başka güzelliğin kurbanları olarak mı yaşamaya çalışırız? Bir ressamın bize çizdiği bir dünyaya mı hapsolmalıyız yoksa resmindeki gerçeğin dışında, renklerin uyumuna ve detaylarında mı kaybolmalıyız? Örneğin bugün İstanbul’un Kurtuluş diye bilinen ve eski adı Tatavla olan semtinde yaşamış Konstantin Kizinikos ,Osmanlı Sarayında uzun yıllar yaşamış ve birçok Osmanlı Sultanının resmini yaparken bize Sultan’ın bakışı, duruşu ve ruh halini ve saraydaki ihtişamını aktarabilimiştir.Saraydaki yaşanan aşklara tanık olmuş beklide kimsenin görmediği güzellikleri tuvallerine yansıtarak bizi ait olmadığımız bir başka dünyanın kıyılarına taşımıştır.

 Picasso’nun tablolarında veya Mark Chagal’ ın eserlerinde bize verilen mesajı doğru okuyabilmek için Scuman’ın işaret ettiği şiirsel bir güzelliğin sırlarını keşfetmeye çabalamak sıradan dünyamızın çehresini ne kadar değiştirebilir ki ?Ressamların, bestecilerin veya  yazarların ve her sanat dalındaki sanatçıların yapmaya çalıştığı şey ise beliki de ortalama insanların aradığı ama bazen bulmakta zorluk çektiği, belki de hiç düşünmedikleri şeyleri onlara hatırlatmak mıdır ? yoksa yaşadıkları gerçekliğe bir de şu açıdan bakın diyen, meydan okuyan  tavırları mıdır ?
Sanatçıların aradığı nedir ?Salt güzellik olgusunu kurgulayan sanatçının çabası, beklide gerçeği arayan günlük hayatını yaşayan insanlara sıkıcı gelebilir, çünkü onların aradığı şey kendilerini iyi hissetmektir. Ama yine de güzel olan nesne ya da obje orada öylece durmaktadır. Bir sanatçının görevi bu noktada şiirsel bir güzelliği yaratmak olmalıdır.Bellki de olmayan bir güzelliği ya da  olmayan bir aşk öyküsünü. Aslında var olmayan bir nesne, var olmayan bir serüven, var olmayan sesler veya görüntüler, resimler,objeler. Ama  insanların bir an için bunlara bakıp, belki de hepsi gerçektir  ya da bizde bu geçekliğin bir parçası olabilir miyiz? bu kahramanlar bizler olabilir miyiz diye düşünmesi  toplumdaki dönüşümü ve ivmeyi de hızlandıracaktır. Bu eserlerde yeni bir şey yoktur ,gerçeğin dönüşümü vardır, ama otoritelerin  ve  eleştirmelerin algıladığı ama diğer insanların kendini bulabildiği bir hazine saklıdır orada. Empresyonist ressam,Claude Monet, şunu söylüyordu”.Doğa yerinde durmaz, bir kişi kendisini tamamen onun ellerine bıraksa bile, o en iyi yargılayan rehberdir.Ancak sizinle karşıt görüşte olduğunda her şey biter.Kişi doğa ile savaşamaz” Sanatçıların yaptığı işte budur, doğaya karşı gelmeden ama doğayı anlatabilmek için geçeğin ipuçlarını serpiştirdikleri bir sahnede düşler dünyasına çağırırlar bizi.
Ressam Paul Klee, bir sergisinin açılışında şunları söylemişti:“Ressam, tabiatın olmuş bitmiş olarak sunduğu “şey”leri dikkatle inceler. Onları inceledikçe de şu sonuca varır: olmuş bitmiş tabiat yerine “ yaratmaya” yer vermek.

“Bu dünya ilkin böyle değildi, sonunda da başka olacaktır. Görünüşler gelip geçicidir.”
“Gerçek ötesi sandığımız biçimlerin ne kadar gerçek olduklarını anlamak için mikroskoba bakmak yeterlidir.İşte bu yüzden,  sanatçıların evrensel değerlere ulaşma çabası, doğanın kendisi ile özdeştir  ve  ondan yola çıkarak, güzelliğin farklı yorumlarını yaparak bir yap-boz oyunundaki gibi birbirlerini tamamladığını gösterirler bize. Öte yandan Çirkinlik nedir? Herşey ne zaman çirkinleşmeye başlar? sorusunun yanıtı sandığımızdan daha kolaydır.Yeni bir şey ortaya koyarken, bir şeyleri  değiştirmeye çalışırken yapılan hatalardır. Bir şeyi başarabiliyorsanız bunun tersi de mümkündür. İnsanlar Babil’in güzelliklerini yaratabildilerse onları yok etmeyi de başardılar. Kendi başına çirkin olan bir şey var mıdır? Ya da bizler mi onu çirkinleştiriyoruz? Eğer bir kenti  güzelleştirmek için harika eserler yapabiliyorsak,tam tersini yaparakta orayı çirkinleştirebiliriz ve bunu yapıyoruz da.Bunu yapmak için doğadaki formatı kullanmıyoruz, tasarımlarımız ilgi  çekici ve hayal gücünden yoksun olduğunda tehlikeli sularda seyretmeye başlıyoruz, sanatın bittiği yerdir  orası. Orası çirkinliğin ve karmaşanın  başladığı yerdir, her zaman aradığımız ve daima arayacağımız güzelliğin ve estetiğin katledildiği yerdir.Orada hayaller ve düşler yoktur,orada aslında yok olan insanın kendisidir.Bunu anlayamayan toplumlar eninde sonunda yok oldular.Dünyada bugüne kadar kurulan tüm imparatorlukların yok olduğu gibi.

Sanat eserlerinde hayallerin oynamış olduğu rol işte bu yüzden çok önemlidr ama insanların büyük bir kısmı, çevrelerini saran bir sis ve bulut içinde yaşarlar. Biz daha çocukluktan itibaren, dış dünyaya, insanlara ve hattâ kendi varlığımıza, bir takım hayaller arkasından bakarız. Fakat bunların hayal olduğunu fark etmeyiz bile. Ama bu hayaller bizi  içten kemiren bakterilere dönüşürler ve biz bunun böyle olmadığını hatırlatan ve bu uğurda tüm ömrünü tüketen sanatçılarımızı ya dinlemiyoruz ya da tecrit etmeye çalışıyoruz. Aslında içinde bulunduğumuz ekonomik ve siyasal sistemler içinde yaratılan güzellik ve estetik kavramları size ait değildir, sizin gerçeğiniz değildir, sizin anlamlandırdığınız bir dünyanın formatı değildir ama bizim tıpkı transandalistlerin dediği gibi doğustan gelen sezgilerimiz vardır  ve  toplumun farklı katmanlarında insanlar,tıpkı yumurtadan cıkan caretta kaplumbağalarının denize doğru yüzmesi gibi içgüdüleri  ile bunu ararlar.Belki birçokları, sofistike olmayan ya da birden fazla kavramı algılayacak veya bağlantı kuracak ya da analiz yapacak gelişmiş bir zekadan ya da gerekli estetik bilgilerden yoksun ve donanımsız bir hayatın kurbanları olsalar da, aradıkları güzelliğin onlara sunulanın dışında, onları bir yaşamın fırtınalarından ve kasırgalarından koruyacak sakin ve sadece sessizliğin hüküm sürdüğü ve yaratılan yapay sorumluluklardan uzak, yaratıcılıklarını kullanabilecekleri bir liman olduğunu da anlayabilirlerdi Ama o liman  kavramlara farklı açılardan bakmayı bilen ve kendini doğanın gösterdiği yolda yaşamaya bırakmış ve tekdüzeliğe savaş açmış, sıradışı gözüken, belki yalnız belki meşgul ama mutlu insanların olduğu yerdir. Ama bu limanda,sanatçıların yaklaşımlarının temelinde yatan asıl şey ise, bu insanların yaşadıkları ve yarattıkları kendi kültürleri içindeki içtenlikleri olduğu kadar  aşklarındaki ve seçimlerindeki  basitliği sanatsal bir ayine dönüştürerek toplumdaki uzlaşmayı sağlamalarıdır

Sonuç olarak tartışmamız gereken konu Transandantalistlerin de üzerinde durduğu gibi bizi makineye dönüştüren içerikten çok şeklin önemli olduğu bir dünyada  doğadan uzaklaşan insanların maddi şeylere daha fazla bağımlı hale gelerek  kendilerine olan güvenlerini kaybetmeleridir. Biz bu şekil kavramını aşıp, herşeyin  yeni baştan yaratıldığı bir sanal dünyada güzelliğin ve estetiğin peşine mi düşüyoruz? Ve bizler,bu sanal dünyada aslında var olmayan sadece kozmetik materyallerle yaratılan yapay ve içi boş bir güzellik tanrıçasının köleleri miyiz ?Bu bizim ruhumuzun DNA sini değiştirip, beynimizdeki doğal algılamamızı mutasyona uğratıp bizi ölene dek kontrol eden sahte bir dünyada yalnız yaşamaya mahkum çaresiz insanlar topluluğu olarak mi yaşamalıyız?  Roma’nın despotizmine ve köleliğe karşı çıkan Spartakus gibi bizi bu karmaşanın ve kaosun dansını yapmaktan alıkoyan bir lider mi bekliyoruz? Hayır, biz bunu aşacak bilgiye ve özgüvene sahip yeni bir topluğun üyeleriyiz.
Güzelliğe ve gerçeğe ulaşma çabamızda cevap verilemez hiçbir soru kalmış mıdır ? Hayır,her sorunun bir cevabı olmalıdır.Her sorunun cevabıda  ya içimizdedir ya da doğada..Güzel ve göz alıcı olan herşey iyi demek değildir ama kendimizi iyi hissetmemizi  sağlayan şey o koşullar altında  güzel olmalıdır.Ama yinede güzellik Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi birazda gurur ister.Bunu da hepimiz biliriz.