Rusya’dan ABD ye göç eden ve yazarlığa da meraklı bir mühendis olan bir adam, çalıştığı firma tarafından Uruguay’a gönderilir, gemide tanıştığı ve savaştan kaçan bir Polonya’lı kadına aşık olunca bundan sonraki yaşamını Uruguay’da sürdürmeye karar verir. Bugün bize plak ya da pikap olmayanı bir evde büyüyen ve o sıralarda hiç klasik müzik dinlemediğini anımsayan küçük bir çocuk, kızkardeşinin de müziğe meraklı olmadığını anlatıken, müzik hayatının aslında çok basit ama anlaşılabilir sıradan bir nedenle başladığını söylüyordu. Çünkü  9 yaşındaki küçük Jose ilkokulda bir kıza çılgınca aşık olmuştur, o kız ise keman çalabilen bir başka çocukla ilgilenmektedir, böyle bir çaresizlik içindeyken, harçlıklarını biriktirip bir keman alır, bununla da kalmaz diğer çocuğun hocasından da keman dersleri almaya başlar. İşte bu çocuk bugün Grammy ödülü sahibi aynı zamanda ilk senfonisi 16 yaşında Houston Senfoni Orkestrası tarafından seslendirilen ünlü orkestra şefi Jose Serebrier den başkası değildir.
Aşık olan kadını tanımlamak istediğinizde küçük bir çılgınlık yaşadığını ve aşkı uğruna her şeyden vazgeçebildiğini ve bunun tüm yaşamına egemen olduğunu görebilirsiniz, ama aşık olan küçük bir erkek çocuğu da olsa tek bir amaca yönelir. Sevdiği kadına ulaşmak ve kendini ifade edebileceği ve yapabildiği en kolay şey ne ise onu gerçekleştirmeye çalışır. Bu bir serüvendir aslında. Küçük Jose beğendiği kızın gözüne girmek için keman çalmayı öğrenerek bize bir erkeğin ilhamını nereden aldığını anlatıyor. Yıllar önce tanıştığım bir klasik gitar hocası bana sevgilisine gitarla serenad çalabilmek için ona söz veren ve bunun için gitar çalmayı öğrenmek isteyen orta yaşlarda bir erkekten söz etmişti. Aslında aşk sadece bir kişiye duyulan eşsiz ve olağanüstü çok özel yüce duygular değildir, ama bir kadının sevdiği erkek uğruna nelerden vazgeçebildiğini ama sevilen bir erkeğinde gerektiğinde neleri başarabileceğini gösterebildiği bir arenadır.



Bunu tüm sanatçıların eserlerinde görebilirsiniz, Chopin’in George Sand’la Mallorca adasında geçirdikleri günlerde yazdığı 24 adet prelüdün notaları arasında dolaşırken sizi alıp götürdüğü yerlerde bu ilişkinin onda yarattığı yansımaları kolaylıkla hissedebilirsiniz. Öte yandan Napolyon Bonaparte, kendisinden beş yaş büyük olan iki çocuklu 32 yaşındaki Josephine’le karşılaştığında büyük bir aşkla bağlanması acaba muharebe alanlarında ona kendini nasıl hissettiriyordu.? Yazdığı bir mektupta ”Bir tek günüm bile geçmedi yüreğimde senin sevgin olmadan, bir tek gecem bile geçmedi seni kollarımda sarıp sarmaladığım” diye yazmıştı. Acaba atının üzerinde ordusunu denetlerken, askerlerine zaferin yakında olduğunu haykırırken, aşık bir kumandanın sözlerini mi duyuyorlardı askerleri, yoksa bir dönemin efsanevi komutanın kararlı ve kışkırtıcı sözlerini mi ? Josephine’e yazdığı mektupta ” 26  yaşındayım. Generalim.Yarın Po Ovası ayaklarıma kapanacak. Bütün bunlar neye yarar Josephine, sen yanımda olmadıkça”  diyen güçlü lider aynı zamanda aşkının önünde diz çöküyordu sanki.

Hemen hemen bütün tarihçiler ve araştırmacılar, Napolyon’un askeri başarılarını, sağlam bir askeri teorik yaklaşım çerçevesinde hazırlanmış planlara göre değil, savaş alanındaki hareket tarzına bağlıyorlar. Belki de Napolyon’un askeri başarıları yaşadığı aşkla birlikte kendisine ilham kaynağı olan Josephine’e olan derin duyguların ürünüdür, tıpkı Kanuni Sultan Süleyman’ın Hürrem Sultan’a olan aşkında olduğu gibi Kanuni de çıktığı Macaristan seferinde belki Hürrem’ e duyduğu görkemli ilginin ve şehvetin onun hareket ritiminin de kaynağını oluştururken askeri başarılarının da temelini atıyordu.

Hürrem Sultan’ın Kanuni’ye yazdığı mektupta “yüzümü yere koyup kutsal ayağınızın bastığı toprağı öptükten sonra benim devletimin ve güneşimin sermayesi sultanım eğer bu ayrılığın ateşine yanmış, ciğeri kebap, göğsü harap, gözü yaş dolu, gecesini gündüzünden ayırt edemeyen, özlem denizine düşmüş çaresiz aşkınız ile divane Ferhat ile Mecnun'dan beter tutkun kölenizi sorarsanız ne ki Sultanımdan ayrıyım”  derken acaba Kanuni’ nin cıktığı seferlerde, örneğin 1526 daki Mohaç Savaşında gösterdiği kahramanlıklarda onu düşünerek ve özlemini duyarak ama bir o kadar da yaşadığı bu aşktan güç alarak mı zafer kazanıyordu.? Divan edebiyatının en fazla gazel yazan ve “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi - Olmaya devlet cihanda bir nefes gibi “ dizelerinin sahibi olan şair Kanuni Sultan Süleyman üzerinde bu aşk mutlak etkisini göstermiş olmalıdır. Ayrıca Manisa’daki şehzadeliği sırasında bir kadının kölesinin keman çaldığını görünce beğenmiş ve hizmetine almıştı. Sonradan ”Serasker Sultan” diye imza atacak olan eski köle İbrahim Paşa’nın kemanından etkilenen bir sultan zalim ve acımasız olabildiği kadar da romantik ve duygusal bir yapıya sahip olmalıdır. Kanuni’nin Fransa kralı 1.Francois tarafından gönderilen küçük saray orkestrasını dinlerken aklından geçenleri asla bilemeyiz ama Hürrem’e duyduğu hislerinin bir yansıması o esnada sarayda çalan orkestranın müziğine karşı takındığı tavrı da belirlemiş olabilir mi?

Dante denince ilk akla gelen isim belki de onun sonsuz bir aşk ile bağlandığı Beatrice'dir. Dante'nin çocukluğu ve gençliği hakkında çok az bilgiye sahip olsakta, şairin dokuz yaşındayken kendisinden bir yaş küçük olan ve komşuları Floransa'lı şövalyelerden birinin kızı Beatrice ile komşularının evindeki bir eğlence sırasında tanışmıştı. Tanıştığı ilk andan beri Dante Beatrice'e büyük bir tutkuyla bağlandı. Beatrice ile ikinci kez karşılaştığında on sekiz yaşındaydı, bu ikinci karşılaşmadan sonra Beatrice'e olan sevgisi daha da derinleşti. Beatrice'e olan aşkı yazımını ve şiire olan bakış açısını büyük oranda etkileyecekti;  İlahi Komedya'nın tohumlarını atan belki de Beatrice'e olan aşkıydı. Dante aşkından sevgilisine hiçbir zaman söz etmemiştir, nitekim 1288 yılında Beatrice Floransa'lı şövalyelerden Simone dei Burdi ile evlendi. Fakat Beatrice evliliğinden sadece iki sene sonra, 1290'da, yirmi dört yaşında öldü. Beatrice'in ölümünden sonra Dante çalışmalarına daha sıkı sarılmış, Latin edebiyatı ve felsefeye kendisini adamıştır. Kuşkusuz Beatrice'in ölümü Dante için büyük bir şoktu ve yazarın yazım hayatını da fazlasıyla etkiledi. Beatrice'in çok genç bir yaşta ölmesi, Dante'nin onu ölümsüzleştirmesine yol açmış, düşüncelerinde Beatrice'e ölümlü ve insani bir görünümden daha çok manevi, ölümsüz ve ilahi bir görünüm vermesine neden olmuştur.
Wolfgang Amadeus Mozart 1782 de evlendiği Constanze Weber acaba onun aynı yıl sahnelenen ve bir Osmanlı ülkesindeki sarayında geçen eser olan “Saraydan Kız Kaçırma” operasında  Selim Paşa’nın ve harem ağası Osman’ın tutsağı Konstanze’ni bir İspanyol soylusu ve nişanlısı olan Belmonto tarafından kurtarılmasında belki Mozart karısına duyduğu büyük sevgiyi resmetmektedir. 1782-1785 yılları arasında bestelediği piyano konçertolarında, ”Sihirli Flüt” operasında ve 1786 da bestelediği “Figaro’nuın Düğünü” eserlerinin müziklerindeki her bir bölümde karısı ile yaşadığı romantizmin payı vardır. Ve o dahi besteci Mozart 17 Ekim 1890’da karısı Constanaze’ye gönderdiği mektupta şunları yazıyordu. ”sevgili, sevgililerin sevgilisi minik karım, seni milyonlarca kez öpüyorum.” 

Ünlü yazar Stendhal’in bir generalin karısı olan ve kocasından ayrı yaşayan bir kadın olan Mathilde Dembowski ‘ye “sizin yanınızdayken değil de sizden uzaktayken daha çok seviyorum diye yazdığı mektuplarda gördüğümüz ve yazarın daha sonra 1822 de yazdığı “Aşka Dair”  adlı eserinde, çektiği bu aşk acılarını, ve yoksunluğunu tüm anıları ile birlikte ortaya koyarken bir diğer eseri olan “ Kırmızı ve Siyah “ adlı başyapıtı da bu aşkın etkilerini taşıyor olmalıdır.

31 Aralık 1851 de Viktor Hugo’nun” benim sakinliğim ve dinginlğim sizden geliyor” dediği ve bir tiyatro oyununda rol alan Juliette Drouet ile tanışması aslında 50 yıllık sürecek bir aşk ilişkisininde başlangıcı olmuştu ve Hugo bundan sonra tüm hayatı boyunca en dokunaklı aşk şiirlerini Juliette için yazmıştı. Hugo aslında evliydi ve 5 çocuğu ile birlikte yaşamını sürdürürken, tiyatrodaki işini bırakan ve ona bağlılığını hayatı boyunca sürdüren Juliette bir gün onu terk ettiğinde ona şu sözü söylemişti. ”Bizim hayatlarımız sonsuza dek birbirine bağlı kalacak.” Görebildiğimiz kadar ile Hugo’nun başyapıtlarından biri olan 1862 yılında yazdığı Sefiller’de ve 1866 da yazdığı Deniz İşçileri ve Gülen Adam romanlarının kahramanları arasındaki diyaloglarda sevgilisi Juiette’ in gölgesini duyumsarsınız.

Görünüşe göre erkeklerin ya da kadınların yaşadıkları aşklar ister acımasız bir lider olsun isterse bir bilim insanı ya da sanatçı, eserlerine yansımış olması kaçınılmazdır. Örneğin Aguste Rodin yaptığı birçok kadın heykeline, ölene dek ayrılmayacağı eşi ve ilk modeli Rose Beuret'nin yüz ifadesini verdi. Rose Beuret ile tanıştığında Rodin 24 yaşındaydı. 1864'te atölyesini yeni tutmuştu. Rose 20 yaşındaydı ve Rodin’e modellik, hizmetkarlık yapıyordu. İki yıl sonra oğulları oldu. Rose onu hep sevdi. Tam 53 yıl sonra 1917'de evlendiler. 15 gün sonra Rose, 6 ay sonra Rodin öldü. Bugün ikisi de yan yana Meudon’daki atölye evin, ve  müzenin muhteşem bahçesinde üstlerinde yemyeşil çimenler ve Düşünen Adam heykeli ile birlikte yatıyorlar. Rodin sevdiği bir başka kadının, Camille Claudel'in de 1884'te portresini yapacak ve onun yüz çizgilerini daha sonrada bazı eserlerinde yansıtacaktı. Tanıştıklarında Rodin 42, Camille 18 yaşındaydı. Camille yalnızca bir tutku değildi Rodin için, iki sevgili birbirlerinin sanatına da esin veriyordu. Rodin  onun için “Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi”  demişti.

Franz Kafka’nın 1922 yıllarında yazdıklarını Almanca’dan Çekce’ye çeviren ve aslında bir başkasıyla evli olan ve 1944 yılında Almanya’da toplama kampında ölen aşığı Milena’ya yazdığı ve “ dün gece sizi düşümde gördüm, ayrıntıları hatırlayamıyorum, bildiğim tek şey birbirimiz içinde eriyip ağladığımız.” diye başlayan mektuplarına baktığımızda gördüğümüz tutkunun doruklarında gezen ve kendisini sadece üç veya dört kez görme şansı bulan, hukuk eğitimi alan ama yazar olmayı düşleyen ve son derece fantastik kurgulamaları olan eserler veren Franz Kafka’nın düşler dünyasını keşfetmemizi yarayan sözleri ile karşılaşıyoruz.

1987 yılında yaptığı  “Mavi Senfoni tablosu” adlı tablosu 2009 yılında 2 milyon 200 bin liraya satılan ve bu nedenle dünyanın en değerli 250 sanatçısı arasına giren bir Türk ressamı olan Burhan Doğançay bunun kendi hayatını değiştirmediğini ama bu duruma gelmesinin 50 yılını aldığını bu  süre içinde aç kaldığını, ekmek alamadığını evinin kirasını ödeyemediğini ama bunları kimselerin bilmediğini söylerken kadere inandığını ve daha önce bir nedenle gidemediği ama yıllar sonra gidebildiği Amerika Birleşik Devletleri’nin New York kentinde Macar balosunda karşılaştığı eşi Angela ile evlendiğinde belki de yıllarca eserlerine yansıttığı ve aradığı aşk özlemini Angela da bulmuştu. Anlattığına göre yıllarca Mısır’a gitmek isteyen eşine şunu söylemiş. ”Bekle, bir gün seni alacağım ve öyle güzel bir otele  gidip, o kadar güzel bir tatil yapacağız ki. ”Ve o  bir gün hayal ettikleri o tatili sevdiği ve aşık olduğu kadınla beraber gerçekleştiren ve aradığı şeyin her zaman en iyisi olduğunu söyleyen bu değerli sanatçının “en iyisini olamayacaksam olmasın” sözleri, belki hayatımızdaki birçok şeyin vasat ya da ortalama olabileceğini  ama aşkın ve sanatın birlikte kusursuz bir ikili olması gerektiğinin ip uçlarını verir bizlere.

Yaşadıkları büyük ve erişilmez gözüken ama öte yandan tutkuyla örülmüş aşkların bu tanınmış edebiyatçı, müzisyen, besteci,ressam, heykeltıraş, politika veya savaş sanatı üzerinde ünlenmiş tarihi şahsiyetlerin ve liderlerin, insanlığı ilgilendiren hayati öneme sahip olan kararlarında ya da yarattıkları büyük eserlerin oluşmasında büyük rol oynamış olabileceği çok açıktır. Öte yandan özgürlüğü ve özgün olmayı aşkın labirentlerinde kaybolmakla bulan bu insanların, yaşadıkları ve zamanın o bölümünde varlığını her zaman sürdürecek olan bu aşklarla birlikte, şanslı olduklarını da kabul etmek gerek. Çünkü, hayatın sadece yaşamak ya da var olmak olmadığını, aşkı yaşamanın da harika, cesaret verici ve fantastik bir duygu olduğunu anlıyoruz. Eğer öyle ise ,yaşam denilen şey, aşkın ve sanatın kusursuz bir birleşimi ise, son sözleri yine Viktor Hugo’nun sevgilisi Juliette icin yazdığı şu dizelere bırakalım.
“26 Şubat 1802 de dünyaya geldim. 16 şubat 1833 de senin kollarında mutluluğa erdim. İlk tarih sadece hayata başlamak için, ikincisi Aşk’a. Sevmek yaşamaktan daha fazla bir şey."