Padişahın biri, “ Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın vereceğim” demiş. Yalancılar hemen saraya koşuşturup başlamışlar yalanlara;  birisi “ Bir kuş aslanı kaçırıp yuvasına götürdü” demiş. Padişah, “Bunun nesi yalan, kuş kartaldır, aslan da kuzu kadar minik bir yavru. Kaptı mı götürür tabi!” Diğeri: “Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar! ” demiş. Padişah, ülkenin kralı pencereden aşağı bakınırken tacını düşürmüş.Taç da pencerenin altındaki eşeğin başına geçmiş.Tabi ki taç kimin başında ise kral o dur.” demiş. Başkası, “Padişahım ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri geldi.”demiş.Padişah, “Senin ok bir ağacın üstüne düşmüştür. Ağaç sonbaharda yapraklarını dökünce takılacak yer kalmayınca yere düşmüştür.”demiş. Böylece padişah her yalana gerçek bir bahane bulmuş ve kimse padişaha bu yalandır dedirtememiş. Ama fıkra bu ya  bir gün bir Kayserili çıkagelmiş: “Padişahım sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıştın. Onu şimdi geri almaya geldim. Yalandır dersen ödülümü ver.Yalan değil dersen borcunu öde! ”  

Kurnaz bir vatandaşın yalan söyleme oyununda koskoca bir padişahı  kendi kazdığı kuyuya düşürmesi dikkate değer ancak bu öykü gerçek olsaydı  kendisini alt eden biri olarak yaşamı tamamen padişahın insafına kalmış birinin kurnazlığından çok cesareti  ilgimizi çekerdi.Buna rağmen yine de böyle biri kişi için kaybedecek hiçbir şeyi  olmayan biri  olduğunu mu, yoksa  Padişahın adalet anlayışına güvenen  saf biri  olduğunu mu düşünürdünüz. ?
Ancak şimdi anlatacağımız başka bir gerçek öyküde ise cesaretin başka bir örneğine ya da başka bir yalana tanıklık edeceğiz.  Bunun için  yıllar öncesine dönerek İstanbul Boğazında Kandilli semtindeki  bir yalıdaki sahneye odaklanalım. Burada bulunan ünlü Kıbrıslı yalısı 18.yüzyılda Sadrazam Mehmet İzzet Paşa için yaptırılmış  21 tane odası ve 64 metrelik rıhtımı ile göz alıcı bir yapı olarak  Boğazı süslerdi. İmparatoriçe Eugenie, Irak Kralı II.Faysal ve şair Yahya Kemal Beyatlı’nın kaldığı bu yalıda üç değişik sultana sadrazamlık yapmış olan Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa aynı zamanda valilik ,elçilik,iki defa kaptan paşalık yapmış dönemin önemli bir devlet adamı olarak yaşamıştı.

1871 yılında hayata veda eden Paşa’nın karısı Melek hanım kocası ile Paris’te tanışmış ve İstanbul’da evlenmişti. Şimdi geçmişe yaptığımız bu yolculukta o yalının alt kattaki büyük salonun yan tarafında yer alan ve Sevda Tepesi denilen ve 1980’ li yıllarda satılan koruluğa doğru olan pencereden bakarken  gerçekten tanımlanamaz ve anlatılamaz bir keder içinde olan Mehmet Emin Ali Paşa’nı karısını görüyoruz. Melek hanım isimli bu kadın hasta olan oğlu ölünce onu başka bir çocukla değiştirerek kocasına korkunç bir yalan söylemiş ama sonra  bu skandal ortaya çıktığı anda kocası da onu boşamıştı.

Melek hanım neden kocasına karşı böyle bir oyun oynamıştı ?Onu çok sevdiği için ona böyle bir acıyı yaşatmamak amacıyla mı yoksa kötü giden bir evlilikte bir çocuğun varlığı ile bu süreci tersine döndürebileceğini düşündüğü için mi bunu bilemiyoruz ama ortada çok ciddi bir aldatmaca ya da büyük bir yalanın söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Daha sonrasında ise Melek hanım  sürgüne gönderilmiş ama hayatını kocasından intikam almaya adamış bir halde yaşadığı biliniyor.
Fransız filozof F. De La Rochefoucauld’un çok sevdiğim bir sözü vardır.

“İnsanlar birbirlerini aldatmasalar uzun süre birlikte olamazlar” demişti. O yüzden bazı ilişkilerde taraflar birbirlerinin özgürlük alanlarını sınırlamaktansa yalana katlanmayı tercih ederler, çünkü alanı daralan kişi eninde sonunda varlığını sürdürebilmek için yalana başvuracaktır. İnsanlar işte bu yüzden aldatırlar ancak aldatılan kişi de çeşitli çıkarlar nedeniyle çoğu zaman fakında değilmiş gibi yaparak  olan biteni görmezden gelir ki sonuçta o da bir çeşit aldatmadan başka bir şey değildir.  Yalanları belki asil yalanlar veya söylenmesi kişilerin veya toplumun yararına olanlar ile kuyruklu yalanlar veya tam anlamı ile kötü niyetle söylenenler şeklinde sınıflandırabiliriz  ancak her durumda ortada bir yalan olduğu veya olacağı gerçeğinden kaçmak olanaksızdır.

Çünkü yalanlar bazen bir illüzyon ya da   farklı bir algılama yaratır ve ne tuhaftır ki barışın ve huzurun kaynağı bir noktada bazen de bu yalanlara dayanır  ancak şu “yalan” kelimesi biraz ağır kaçıyorsa isterseniz biz buna gerçekleri gerektiği gibi ya da gerektiği kadar çarpıtmak diyebiliriz. Aslında hiçbir şey söylememenin yani  olan bitene seyirci kalmanın veya olaylar karşısında  tarafsız kalmanın bazen yalan söylemekten bile çok daha kötü bir davranış bozukluğu olduğu da açıktır. Buna meclis oylamalarında çekimser kalmak gibi tabir bulmuşlar ama işin gerçeği tarafsızlık sadece adalet söz konusu olduğunda bir anlam taşıyorsa   çekimser kalmanın ,kimseyi kızdırmayalım anlamına geldiğini  de herkes bilir ama ne yazık ki sorunların ortadan kalması için birilerinin kızması veya kızdırılması gerektiğini herkes bilmez.

Günlük hayatımızda kimbilir kaç kez yalan söylüyoruz ancak bazıları bunu o kadar kanıksanmıştır ki, yalan olduğunu bilinse bile aynı düzeyde bir yalanla karşılık verilir. Örneğin nasılsınız, iyi misiniz sorusuna verilen iyiyim teşekkür ederim siz nasılsınız  cevabı günlük  yaşamda söylenen çok klişe bir yalandır ama kimse kimseye kalkıp da bu yaşam koşullarında iyi olduğunu hiç sanmıyorum demez ya da öteki ben de senin iyi olduğunu pek merak etmiyorum  demez ama yine de siz nasılsınız diye bir karşı soru sorar.Nezaket adına yapılan zararsız  bir yalan oyunu, tıpkı iyi yıllar ya da iyi bayramlar demek gibi ,sonsuz mutluluklar dilemek gibi ya da benim parada pulda gözüm yok demek gibi  içi boş ama alışılagelmiş  bu yalanların söylenmemesi çoğu zaman hoş karşılanmaz bile..

Bu durumda yalan hayatımızın her alanında kaçınılmaz  bir şey olarak varsa ve olacaksa  kişilere yalan söylememelerini öğütlemek biraz tuhaf kaçabilir. Madem öyle, biz de o zaman başka bir şekilde durumu hepimizin lehine çevirmeliyiz. Yani bırakın bize yalan olduğunu düşündüğümüz bir şeyin söylenmesini, hemen  her şeyi sorgulamamızın  en akla yakın davranış olduğuna inanıyorum, zaten Sokrates de sorgulanmamış bir hayat  yaşamaya değmez dememiş miydi?

İşte tam bu noktada  sanki eski bilgeler gibi bir kalabalığa hitap ederek “Sorgulayın kardeşlerim size geçmişte ve bugün söylenen  her şeyi sorgulayın” diyesim geliyor içimden çünkü aldatılmamanın ilk kuralının bu olduğuna kesinlikle eminim. Ancak bazen söylenen yalanların kişinin veya bir toplumun geleceğini tahmin edilenden çok daha olumlu bir sekilde etkilediğini varsayabiliriz ,hatta  böyle durumlar için halk arasında “ Her işte bir hayır vardır” şeklinde bir deyiş bile vardır ama analitik düşünmenin önemine her zaman inanmış biri olarak benim düşünceme  göre doğaya aykırı ve bilimsel olmayan tüm rasyonel gerçeklerin üzerini örtmeye çalışmak aptallığın sınırlarını zorlamaktır.Yapılan her şeyin  bir referans noktası olması olasılığı olsa da, bu durumda  öncelikle yanlışın ne olduğunu tanımlayarak herkesin üzerinde  bir uzlaşma sağlamasının önemli ve yeterli olduğunu söylemekle yetinebiliriz.

Sonuç olarak belki garip gelebilir ama kendinizi iyi hissetmenize yarayacaksa ve devamında, kendinize ve çevrenize zarar vermenizi önleyecek türde ise, kendinize bile yalan söylemenin bir sakıncası olduğunu sanmıyorum  ancak kesinlikle  çoğu kişinin benimle aynı görüşü paylaştığına inandığım başka   gerçekler dizisi var ki, bunlardan birisi ; herkesin üzerinde uzlaştığı bir yanlışın; her zaman yani dün olduğu gibi bugün de  yanlış olmasıdır.Bir gerçeğin tamamen yanlış anlaşılması kadar  bireye ve topluma zarar veren bir başka yalan türü yoktur ancak, buna rağmen  insanların  yalan söylerken bile bir başka gerçeğin altını çizebilecek kadar  zeki olabilmelerini  isterdim.