Yılın başında umut yüksekti. Ekonomide normalleşme adımları, faiz indirimleri, yabancı yatırımcıların geri dönüş sinyalleri derken, Borsa İstanbul için yeni bir hikâye yazılacağı düşünülüyordu. Ne var ki, her rüyanın bir uyanışı vardır. Ve biz, bu uyanışı reel kayıplarla, sessiz çığlıklarla yaşıyoruz.

Nominal getiriler kağıt üstünde tatmin edici görünse de gerçek hikâye başka: Enflasyonun yaktığı zemin üzerinde koşmaya çalışan bir borsa… Ve sonuç olarak, yatırımcıların büyük bölümü, ellerinde eriyen portföylerle bu maratonun sonunda kaybedenler kulübüne dahil oluyor.

Yalnızca rakamlar değil, psikoloji de yara aldı. Yatırımcı güveni; ekonomi kadar siyasetten, makro istikrar kadar mikro gelişmelerden etkileniyor bu ülkede. Bir siyasi gelişme, bir tutuklama haberi, bir kur dalgalanması, piyasada domino etkisi yaratabiliyor. Çünkü Türkiye’de borsa, yalnızca bir finansal gösterge değil — aynı zamanda bir toplumsal duygu barometresi.

Bu tablo içinde birkaç sektör öne çıksa da, genel görüntü iç açıcı değil. Yatırımcının yüzünü güldüren hisseler oldu elbet; teknoloji, inşaat gibi alanlar reel bazda kazandırdı. Ama genel resim, seçilmiş azınlığın kazandığı, çoğunluğun ise zararı sineye çektiği bir piyasayı gösteriyor.

Asıl mesele ise şu: Bu dalgalanmalarda sadece para değil, inanç kaybediliyor. Borsa artık bir tasarruf aracı olmaktan çıkıp, adeta bir belirsizlik kumarı halini alıyor. Ve bu, ekonomisi zaten güven sorunlarıyla boğuşan bir ülke için alarm zillerinin çaldığını gösteriyor.

Yatırımcılar için bu süreçte en büyük ihtiyaç, öngörülebilirlik ve güven. Piyasa, bir hikâye bekliyor. Ama sürdürülebilir, şeffaf ve inandırıcı bir hikâye. Yoksa bu gidişle, endeks yükselse bile yatırımcının morali dibe vurmaya devam edecek.

Unutmayalım: Borsa, yalnızca şirketlerin değil, bir ülkenin de aynasıdır. O aynaya baktığımızda kendimizi yorgun, kaygılı ve yıpranmış görüyorsak, belki de artık sadece portföylerimizi değil, sistemimizi de gözden geçirme zamanıdır.