Yunanistan’ın başkenti Atina ve ardından beş Yunan adası, Thassos, Limni, Sakız, Midilli ve Samos adalarına kısa süreli de olsa seyahatlar yaptım.
Yunan adalarının şöyle bir özelliği var, çok bakımlı ve temiz adalar. Fiyatlar uygun ve hemen hemen her yerde yaklaşık fiyatlar birbirine yakın. Otoparka para ödemiyorsunuz, sahillerde şezlong ve şemsiyeye ise oturduğunuz restorantta yediğiniz içtiğiniz neyse onu ödüyorsunuz yani ek bir ödeme yapmıyorsunuz. Kuver gibi bir icad da yok adalarda. Bu arada birkaç günlüğüne gittiğim Atina ile ilgili de yazmak istemedim. Akropolis ve meşhur Plakası dışında hiçbir şey bana ilgi çekici gelmedi. Ayrıca; İzmir’deki Agora, Altınpark, Dönertaş, Anafartalar ve tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın değerini daha iyi anladım. Ama bir farkla onların çarşısında işporta, altyapı, aydınlanma ve gece yarısı güvenliği gibi sorunlar yok ve kurulmuş sağlıklı bir düzen işliyor; darısı başımıza…
Öte yandan mayıs ayında başlayan kapıda vize uygulamasıyla gümrüklerde uzun kuyruklar oluşmaya başladı. Sadece Midilli’ye Ayvalık’tan binlerce kişi geçiş yaptı. Özellikle de Ayvalık’tan Midilli’ye, Kuşadası’ndan Samos’a, Çeşme’den Sakız’a akın akın gidiyor insanlar. Yaklaşık 90 Euro kapı vizesi karşılığında geçişler yapılıyor. Kapıda vize uygulaması bir yana, Yunan adalarında büyük porsiyon ve ucuz fiyatlar tartışılmaya başlandı. Önüne gelen sosyal medyada adisyon paylaşmaya başladı. Senin adan ucuz, benim memleketim pahalı tartışması gündeme damga vurdu ve vurmaya da devam ediyor. Biz şimdi kapıda vize, pencerede şengeni bir kenara bırakıp gül gibi vizesiz gidilebilen adamızı tanıyalım.
Pasaport soran yok
O ada senin, bu ada benim, dolaştım; ama döndüm geldim bizim güzel adamız Bozcaada’ya, ne vize, ne de pasaport derdi var. Ohhh! Gel keyfim gel, al biletini bin feribota, ada mı? Ada…Hem de en güzeli, son güzeli bir ada…Adaya ulaşmak için Geyikli iskelesine gitmek yeterli. Biletimiz aldık feribota giriş yaptık aracımız ile. Zaten Geyikli İskelesi’nden bakıldığında elle tutulacak kadar uzaklıkta gibi görünüyor Bozcaada…
Virüs girdi mi tamam
Yıllar önce Gökçeada’ya da gitmiştim. O ada da farklı güzellikler barındırıyor. Ama Bozcada küçücük, sıcacık bir ada. Daha iner inmez;” Ben bu adada yaşarım” ve “Ben bu adaya yerleşirim” virüsü vücudunuza yerleşiyor. Ve bir daha o virüsü vücuttan çıkarmak olanaksız. Sanki adayı yıllardır biliyorsunuz ve tanıyorsunuz ve sanki bu adaya yıllar önce gelmiş hissine kapılıyor insan. Feribotta giderken Ayşe ile çadırda mı kalalım, pansiyonda mı kalalım? konulu bir tartışma yaşadık. Çadırda kalmaya karar verdik.
Çadır alanı bulamadık
Adaya yaklaşırken belki de dünyanın en iyi korunmuş kalesi karşılıyor bizi, akşam saatlerinde ulaştığımız için ışıklandırma muhteşem. Çok görkemli görünüyor, içini gezdiğimizde de ne kadar haklı olduğumuzu anladık. Kalenin içinde önemli bir materyal yok, ama dört bir yanından kente çok hakim bir tepede kurulmuş, kenti buradan izlemek ayrı bir keyif ve güven veriyor insana. Adanın merkezinde yetişmiş büyük ağaçlar var ve o gölgenin altında çay bahçeleri ve birbirine bağlı sokaklarda ise küçük stantlarda hediyelik eşyalar satılıyor.
Bisiklet ile gezmeyi deneyeceğim
Minik ada feneri, buzdolabı süsleri, takılar, deniz ürünlerinden yapılmış eşyalar ve en önemlisi adanın reçelleri dizilmiş rengarenk. Bir de adanın çavuş üzümü çok ünlü. Reçellerinden de yeşil domatesten yapılanının tadına doyum olmuyor. Hem üzüm hem de asma fidanı satıyor köylüler. Bu renkli görüntüleri geride bırakıp çadır kampına yol aldık. Zaten araç ile adayı yaklaşık bir saat içinde dolaşmak mümkün. Ancak adaya serin havada gidip bisiklet ile dolaşmak bence daha bir keyifli olur gibi geliyor. Bunu mutlaka deneyeceğim. Çadır kampına geldiğimizde büyük ağaçların altının hemen hepsinin dolu olduğunu gördük. Küçük ağaçların altında çadır kurmak ise güneşin altında mümkün görünmüyor, o nedenle bir pansiyon ile üç gece için anlaştık.
Sanki akrabamıza misafirliğe geldik gibi
Pansiyonumuz adanın merkezinde, kale tam karşımızda, kırmızı kiremitli evler ise dizilmiş bize bakıyor, manzara çok görkemli. Hemen solumuzda ise kilisenin yanından uzanan çan kulesi ve saati dikkat çekiyor. Kaldığımız pansiyon sanki bir akrabamızın evi gibi. Sabah kalkıyoruz, ev reçelleri ve teyzenin hazırladığı pişileri, kızartmaları yiyoruz mis gibi kokan çimlerin üzerinde. Her pansiyonun ya önünde ya da arkasında mutlaka bir bahçe var. Ve bahçelerin hemen hepsi de adanın merkezine bakıyor.
Her yerden denize girmek mümkün
Adanın en ünlü yüzülebilecek koylarından Ayazma’da günü açıyoruz, ardından sırasıyla diğer koylar geliyor. Aslında adanın her yerinden, yani dilediğiniz ve gönlünüzün çektiği koylarında yüzmek mümkün. Biz Ayşe ile feribot iskelesinin yanından bile denize girdik. Ayrıca kaleyi tüm heybetiyle gören minik bir koydan da denize atlamayı ihmal etmedik. Ama benim gönlüm Akvaryum Koyunda kaldı. Hakkını vermek gerekirse adanın en güzel koyu…
Şarap peynir eşliğinde
Ve en güzeli ne yaptık biliyor musunuz? Bozcaada’nın ünlü şaraplarından bir tane satın aldık. Yanında patlıcan kızartması, beyaz keçi peyniri ve kepekli ekmek ile mendirekte kayaların en ucuna yerleştik. Hem güneşi batırdık, hem kaleyi ve gelip giden feribotları, insan ve araç trafiğini izledik, hem de kırmızı şarabımızı yudumladık.
Arnavut kaldırımlı taş sokaklar
Sonra, adanın sokaklarını arşınladık. Birbirinden güzel begonvillerin yaslandığı taş evleri seyreyledik, terk edilmiş ve yıkılmaya yüz tutmuş ama yine de tüm güzelliği ile ayakta kalmak için direnen eski yapıları hüzünlü izledik. Arnavut kaldırımlı taş sokaklar, ahşap panjurlu evler, kırmızı, mavi ve yeşil boyalı sokak kapıları, taşların arasından süzülüp giden şarap fabrikalarından geriye kalan atık sular. Ve o sulardan ciğerlerinizin en derinine kadar giden mis gibi taze şarap kokuları. Sıcacık yüzüyle size seslenen mekanlar, güler yüzlü insanlar,bu adada kalınır ve yaşanır. Gitmek kolay hem de vize bile yok…