Bir yazarın, "seçimle gelen kral" başlıklı yazısı, Maurice Duverger'nin "Seçimle Gelen Krallar"(*) başlıklı eserine atıfla, halk oylaması sonucu "evet"e bağlanarak son buluyor. Gerekçesi ise toplumun bilinç altı/tarihsellik /"padişahlık" ile ilintili;  "Yürütmenin yasamadan bağımsız olacağı yeni sistem hem daha demokratik olacaktır, hem de halkımızın bilinçaltı dürtüleriyle ve özlemleriyle örtüşecektir" demiş. Duverger'nin sözü edilen kitabını okuyup, yürütmenin yasamadan bağımsızlığı üzerinden demokrasiyi buluşturacak bir sonuca ulaşmak; "nasıl olur?!" sorusunu haklı kılıyor.  
            
Duverger, aynı eserde Şili örneğini verirken, "Liberal teoriye göre diktatörlük tehlikesi yürütme kuvvetine sahip olan kişiden gelir, meclisler de demokrasinin doğal koruyucularıdır" der. Ona göre, Fransa'da da rejimi tehdit eden muhalefetten çok, rejimi kurmuş olanlardır. Fransa için getirdiği eleştiri çarpıcı ve düşündürücü: "Hükümeti devirebilecek siyasal güçlerin baskısını dengelemek için düşünülmüş tedbirler bugün, hükümeti destekleyen siyasal güçleri ayakta tutmaya yaramaktadır". Halen yürürlükte olan 1958 Anayasası rejimi ve 1962 Anayasa değişikliğini önceki süreçlerle karşılaştırarak, "...Bu parlamento rejiminde artık tehlikenin kaynağı çok güçlü meclisler değil, çok zayıf olan meclislerdi" eleştirisini getirir.
        
Türkiye'de 1982 Anayasası'na yönelik önemli eleştirilerden biri de; yürütmenin iki başından Cumhurbaşkanı'nı daha güçlendirdiği üzerineydi. Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi ile bu güç pekiştirildi ve fiili denilen anayasa dışı duruma bu sayede geçildi.
         
Duverger bu konuda, "gelişmiş ülkelerde bile büyük parti adaylarının dışında kimse başkanlık seçimini kazanmamıştır" uyarısını yaparak, "...Önce, Başkanın genel oylama ile seçilmesi parlamenter bir rejimi yarı başkanlık rejimine çevirmeye yetmez. Genel oylama bu değişiklik için gerekli bir koşuldur ama yeterli bir koşul değildir. Anayasanın Devlet Başkanı'na tanıdığı yetkilerin yorumunu değiştirir. Normal parlamento rejiminde itibari bir değer taşıyan bu yetkiler gerçekte hükümetçe kullanılırlar, ancak Başkan yurttaşlarca seçilirse bu yetkiler itibari olmaktan çıkıp, gerçek yetkiler şeklini alırlar...... Yalnız bu hukuki yetkileri fiilen kullanma olanağı, genel oylama ile seçilmenin otomatik bir sonucu değildir..... bu olanak daha çok siyasal partilerin durumuna bağlıdır..." yorumu ile tam da Türkiye'nin bugünkü durumuna açıklık getirmiş.
         
Operasyon geçiren muhalefet partilerinin, kendi kuruluş felsefelerinden uzaklaşmaları ile sürecin frenleyicisi gibi davranıyor olsalar da büyük ölçüde kolaylaştırıcısı olmaları, üzerinde kitaplar yazılacak kadar önemli bir konu!...
        
Sistem partileri kendi tabanlarından kopuk tavanları ile rejimin yeniden yapılanmasında katalizör rolü oynamış/oynamaktadırlar. "Başkancı sisteme geçilirse, parlamenter sistemin partileri ne olacak?" sorusu üzerinde hiç düşünce üretmeyişlerine bakarak, muhalefetin geleceği ya da muhalefetsiz bir Türkiye, hatta "kendi muhalefetini yaratan bir iktidar" gibi riskleri hala (ön)göremediklerini de ileri sürebiliriz.
          
Şimdi yapılmak istenen ne? Fiili olanı meşrulaştırmak!.. Bir yandan yaratılan fiili duruma yasal bir zemin hazırlar ve parlamenter sistemin koruma duvarlarının da dışına çıkarak yürütmeyi tek kişide toplarken, yasamayı da ayrıca partisi aracılığı ile de güç kazanacak tek kişinin seçiciliği altında oluşturan bir "meclis sistemi" -kuvvetler birliği rejimi- kurmak. Bu tabloda 600 kişilik yeni meclis, yurttaş için görüntü, tek seçici için ise büyük güç olacak.
         
Duverger'nin, "Siyasal liberalizm için her iktidar bir baskı aracıdır çünkü bu iktidarı elinde tutan doğal olarak onu kötüye kullanmak eğilimindedir. Aydın kafalı bile olsa zorbanın iyisi olmaz. Kendi iradesini zorla başkalarına kabul ettiren kişi, yine kendi çıkarlarını, kendi tercihlerini, kendi fikirlerini, kendi tutkularını öne alacaktır, çünkü insan bencildir, önce kendini düşünür. Bir insanın ötekilerden daha yüksek bir noktaya çıkması, onlara emir vermesi, söz geçirmesi ondaki egemen olma eğilimlerini geliştirir ve onu zorba bir hükümdar olmaya doğru iter......... Halkının mutluluğu  için çalışan kral düşüncesi sadece insandaki baba sevgisinin bir başka yönüdür ve gerçeğe uyduğu pek az görülmüştür...." satırlarını okurken, Lord Acton'ın "iktidar bozar, mutlak iktidar mutlaka bozar" deyişini anımsadım. Kim olursa olsun, iktidar sınırlandırılmalıdır. İktidarın sınırları ne kadar az ise toplumun özgürlükleri de o kadar kısıtlanmış demektir. Sınırlandırılmış iktidar özgür toplumlarda vardır.
      
Aynı kitabı okuyan iki kişinin farklı yoruma gitmesi üzerine düşünmeyi okurun yorumuna bırakırken, halkın bilinçaltı dürtüleri ve özlemleri ile otoriter yönetim biçimine gönderi yapan anlayıştan farklı bir yorum ortaya koymak isterim. Halkı belli kalıplar içinde tanımlamaya ve bu tanımlarla koşullandırmak yerine, gerçek tercihini ortaya koyabileceği zeminlerin yaratılması konusunu  öne almak gerekir. "Halkın gerçek özlemi bu!" diyebileceğimiz özgür ortamdan söz ediyorum.
        
Duverger'nin "meşruiyet cilası" olarak tanımladığı gibi bir sandık kurulmak istenmiyorsa, "hayır" üzerindeki ipotek kaldırılmalıdır. Ancak o zaman yazarın "bilinçaltı" ile ilişkili "evet" üzerinden iddia ettiği gibi, hala otoriter sisteme yatkın bir kültür olup olmadığını anlarız.
        
Başka bir soru da şu olmalı: Toplum mademki otoriter sisteme yatkın, "hayır" çıkması endişesinin kaynağı ne?!... Medya neden "hayır" ve "evet" konusuna eşit mesafeli duramıyor?!.. Tüm ipoteklerden arındığında, toplumun özgürlük konusunda ülkede siyasetten daha önde olduğu görülecektir.
         
Son süreçte giderek her vesile ile dillendirilen, "itaat et, rahat et" söylemine uyarak, "evet" konusunda sonsuz hoşgörü ile rahatça yazabilenlerin dokuz dereden su getirme çabası ibretlik!... Bu bakış açısına göre; "evet" diyenler, "itaat etmeyenlerin rahat edemeyeceği ülke olmayı kabullenmiş olmak" gibi bir yükün altına da itilmiş olacaklar.
         
"Hayır" ve "evet" kodlarına indirgenen asıl ve doğru soru şudur: "Nasıl bir yönetim? Parlamenter mi? Başkancı mı?"
         
Türkiye, anayasa değişikliği adı altında, yeni bir rejim kuracak.
         
Sandıktan "evet" çıkarsa, bu kez yürürlükteki anayasa tartışılmaya başlanacak ve yeni rejime eski anayasa olmaz denilerek yeni anayasa yapılacak. Yeni tartışmalara gebe bir süreç. Tüm bunları konuşmak yerine, sürekli "hayır" ve "evet" diyenler üzerinden yürütülen tartışma ile asıl konuyu, nasıl yönetileceğimiz örtülmüş oluyor.
        
İtaat etmeyenlerin rahat etmeyeceği bir Türkiye özlemine "evet" demek mümkün değil.
        
Hani, bazen cihazlar çalışmaz hale gelir ve fabrika ayarlarına dönerek kurtarırsınız. Türkiye'nin fabrika ayarlarına dönmesi şart.
       
"Hayır" diyenlerin de sesine kulak veren bir yönetim anlayışını yeniden var etmekten söz ediyorum. "Hayır" demeyi bir hak, "hayır" diyenleri de yurttaş olarak kabul eden yönetim anlayışından!...
      
İtaat konusunda, yüzyılların gerisine savrulmayı içselleştirenlere, J.J. Rousseau'nun ünlü sözünü anımsatmak isterim: "Eğer kuvveti hak, itaati de görev haline getirmeyi bilmiyorsa, toplumda en kuvvetli olan dahi sürekli üstünlük sağlayabilecek derecede kuvvetli değildir."  
____________________________   
(*)Maurice Duverger; Seçimle Gelen Krallar, Çev. Necati Erkurt, Kelebek Yayınevi, İstanbul.