Geçtiğimiz günlerde gerçekleşen İklim Zivesi'nde Paris anlaşmasının en büyük kazananı olarak güneş enerjisi gösterildi. Gelişmiş ülkelerin imzaladığı anlaşmada 3 temel nokta olarak; 'fosil yakıtlardan vazgeçmek, ülkelerin karbon salınım beyanlarını 5 yılda bir gözden geçirmesi ve küresel ısınmayı 2 derecenin altında tutmak' olarak belirlendi. Türkiye'nin elektrik üretmede termik santralleri arttırması ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmemesi yaşanabilecek çevre felaketlerinin de habercisi... Dünyanın yenilebilir enerjiye dönülmesi için çalışmalara başlamasına rağmen Türkiye'de yetkililerden konuyla ilgili bir açıklama gelmedi. Sektörün önümüzdeki yıllarda daha çok ivme kazanması, teknolojinin yaygınlaşması bekleniyor. Güneşi bol olan Türkiye'de kapasitenin arttırılması için hükümetin çözümler geliştirmesi gerekirken hala yenilenebilir enerjiye yönlenmeyişi sorunları sürdürüyor. Enerji ve çevre uzmanlarının ortak görüşü tarihi Paris anlaşmasının elektrikli otomobillerden, yenilenebilir enerjiye ve düşük karbonlu teknolojilere yatırımları hızlandırması bekleniyor. Avrupa'nın en az üç katı güneş ışınımına sahip olmasına karşın, güneş enerjisinden faydalanma oranında geride kalan Türkiye'de güneş enerjisinin toplam elektrik tüketimindeki payı yaklaşık yüzde 0,1.

Türkiye'nin enerji politikasını yenilenebilir enerji kaynakları yönünde değiştirmesi gerektiğini savunan Elektrik Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı Mahir Ulutaş, Türkiye'nin enerji politikalarını değerlendirdi. Elektrik üretiminin yüzde 80'ini termik santrallerden üreten Türkiye'yi gelecekte bekleyen çevre felaketleri konusunda uyaran Ulutaş, Türkiye'nin acilen yüksek potansiyeli olduğu güneş ve rüzgâr olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarına dönüş yapması gerektiğini ve bunun ülke için hayati önem taşıdığını belirtti.

Türkiye'de enerji açığının sadece termik santral kurularak tamamlanmaya çalışılması bölgenin ve ülkenin doğal hayatını olumsuz etkiliyor. Ülkede sadece termik santralin desteklenmesi ne kadar doğrudur?


Ne yazık ki, tüm elektrik üretim yöntemlerinin çevreye, doğal yaşama ve yöre halkının ekonomisine olumsuz etkileri bulunmaktadır. Ancak yenilenebilir kaynaklara dayalı üretim yerine fosil kaynakların tercih edilmesi tabloyu ağırlaştırmaktadır. Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) olarak yıllardır elektrik üretiminde yerli yenilenebilir kaynakların payının artırılması için yoğun çaba sarf ediyoruz. Türkiye Elektrik İletim AŞ'nin (TEAİŞ) verilerine göre, 2014'te elektrik üretiminin yüzde 80'i termik santrallarda üretildi. Elektrik üretimin yüzde 48'i doğalgaza, yüzde 16'si yerli taş kömürü ve linyit kaynaklarına, yüzde 14'ü ise ithal kömüre dayalı, yüzde 2'si ise fuel-oil, nafta, asfaltit, atık ve diğer kapsamındaki kaynakları kullanan termik santrallar aracılığıyla gerçekleştirildi. Geriye kalan yüzde 20'lik bölümde ise yüzde 16 ile hidrolik kaynaklar, yüzde 1 ile jeotermal, yüzde 3 ile güneş ve rüzgâr yer almaktadır.
Bu tablonun değişmesi sadece çevreye zararı açısından değil cari açık nedeniyle ülke ekonomisi için de hayatidir. Başta doğalgaz olmak üzere ithal kömürün de etkisiyle Türkiye'de elektrik üretimi büyük ölçüde ithal kaynaklarla sürdürülmektedir. Örneğin Kasım 2015'de 20.970,7 gigawatt saatlik (GW) üretimin yüzde 58,1'lik bölümünü oluşturan 12.174,3 GW'lik elektrik enerjisi ithal kaynaklardan ele edilmiştir. Ülkemiz açısından, bu kritik noktada, yüksek potansiyelimizin olduğu başta güneş ve rüzgâr olmak üzere yenilenebilir enerji kaynaklarına dönüş yapılması hayati önemdedir.

Bu konuda mahkemelerde davalar sürerken santrallerin yapılması ve işletilmeye başlanması ve sonrasında durdurulma kararı alınmasına rağmen süreçlerin işletilememesi nasıl engellenebilir?


Bildiğiniz gibi, çevreye zarar veren HES yatırımları ve kömür santrallarına karşı çok sayıda bölgede, yöre halkı mücadeleler yürütmektedir. Elektrik Piyasası Kanunu'nun 2001 yılında yayımlanmasından bu yana kamunun alandan çekilmesine paralel olarak, özel sektörün neredeyse hiç bir kısıtlama olmadan yatırımlarını istediği gibi gerçekleştirmesi anlayışı enerji yönetimine hakim olmuştur. Bu kanun ile kurulan Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu'nun (EPDK) denetim ve piyasa gözetimi görevlerini sağlıklı olarak yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Sonuç itibariyle; isteyenin istediği yerde, istediği santralı kurduğu hatta istediği zaman işlettiği, dilediği zaman şalter indirdiği plansız, çarpık bir enerji üretimi modeli yaşama geçirildi. Özel sektör kendisi açısından en karlı gördüğü kaynağa, yine kendisi açısından en düşük maliyetli yerde yatırımını bir an evvel hayata geçirmek istemektedir. Enerji üretiminin şirket bilançolarına yansımayan toplumsal ve çevresel maliyetlerine ise yurttaşlar katlanmak durumunda kalmaktadır.

ÇED süreçleri de dâhil olmak üzere bu alanda hukuki mücadele yürütmek giderek zorlaşmaktadır. Düzenli yapılan mevzuat değişiklikleriyle çarpık yatırımlara koruma kalkanı sağlanmaya çalışılmaktadır. Dava sonucunda iptal edilme ihtimali olan yatırımlar bile gönül rahatlılığı ile sürdürülmeye devam edilmektedir. Siyasi iktidarın ideolojik tutum alarak, bu yatırımları bir şekilde tamamlatacağına olan inançları, zaman zaman hukuk tanımaz bir boyuta kadar ilerleyebilmektedir. Bunun en iyi örneği; Soma'da Yırca Köyü'nde mahkemenin ÇED iptal kararı bilinmesine rağmen girişilen zeytin ağacı katliamıdır. Sonrasında bu karara dayanak oluşturan Zeytincilik Kanunu'nun ilgili maddelerinin değiştirilmesi için TBMM'de AKP tarafından girişimde bile bulunulmuştur. Ne yazık ki ülkemizde, demokratik ülkelerde olduğu gibi mahkemelerde hak arama mücadelesi yürütmek yetersiz kalmaktadır. Yöre halkının, durdurma kararlarına rağmen faaliyetlerini sürdüren şirketlere karşı kamuoyu oluşturması ve demokratik protesto haklarını da kullanmaları gerekiyor.

Toplumun ve yerel yöneticilerin bu konuda daha çok birlikte mücadele etmesiyle doğaya daha az zararlı elektrik üretim tesislerinin yapılması sağlanabilir mi?


Yerel yönetimlerin enerji yatırımları konusundaki yetkileri oldukça sınırlı düzeye indirilmiştir. Ancak buna rağmen yerel yönetimlerden, halkın mücadelesini desteklemelerini ve çevreyi koruma sorumluluklarını yerine getirmelerini bekliyoruz. Yerel yönetimler, yöre halkını enerji ve çevre konusunda uzman meslek örgütleri ile bir araya getirmeli ve gerekli bilgilendirme ortamının sağlanmasına ön ayak olmalıdır. Hal hazırda santral bulunan bölgelerdeki yerel yönetimler ise üretimin sağlıklı koşullarda sürdürüp sürdürülmediğini sınırlı yetkilerine rağmen denetlemeli ve bölge halkını düzenli olarak bilgilendirmelidir. Çevre ve hava kirliği konusunda yurttaşlar yerel yönetimler tarafından bilinçlendirilmelidir. 'İş bulma' vaadiyle bölgeyi olumsuz etkileyecek yatırımlara destek bulma çalışmalarına karşı da istihdam konusunda yöre halkına doğru bilgiler sunulmalıdır.

Termik santrallerin özelleştirilmesiyle birlikte daha fazla kar için santrallerin daha kuralsız çalışmalarına sebep verebilir mi? Bu santrallerin çevreye verdiği zarar(lar)ı kim denetlemektedir?

Son 30 yıldır uygulanan ve AKP döneminde oldukça ağırlaştırılan neo-liberal ekonomi politikaların etkisiyle enerji alanında ağır bir piyasalaştırma ve özelleştirme politikası uygulanmaktadır. Özel sektörün özelleştirmeler yoluyla devraldığı veya kurduğu santralların uluslararası standartlarda üretim yapıp yapmadığı ve çevreye verdiği zararı en aza indirmek için gerekli önlemler konularındaki denetimler yetersizdir. Maliyet unsuru olarak görülen işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri gibi hava kirliğini önleyecek ekipmanların kullanılıp, kullanılmadığı konusu da belirsiz kalmaktadır. EPDK tarafından bu konuda acilen mevzuat oluşturularak, gerekli denetimlerin gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır.


İzmir'de çevresel kirlilik kapasitesini dolduran Aliağa'nın (7 tane yapılmaya başlanan ve proje aşamasında) termik santrallere açılmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Aliağa Bölgesi ülkemizin doğası en tahrip olmuş, hava kirliliğin en yoğun olduğu bölgelerinin başında gelmektedir. Bölgedeki ağır sanayi kuruluşlarının yanına ithal kömüre dayalı yeni santrallar eklenmesi kirliliği kaçınılmaz olarak yoğunlaştıracaktır. Ülkemizde Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporları ne yazık ki uzmanlıkları tartışmalı, yatırımcı şirketten ihale alan başka şirketler tarafından hazırlanmaktadır. Vakit kaybedilmeden, bu raporların bünyesinde uzmanlar bulunduran kamu kuruluşu niteliğindeki bağımsız kurumlar tarafından tanzim edilmesi sağlanmalıdır. Yatırım izni kapsamında sıradan bir evraktan öteye gitmeyen ÇED sürecinin dönüştürülmesiyle çarpık yatırımların önlenmesine ilk adım atılabilir. Ayrıca Aliağa'da olduğu gibi yoğun yatırım talebi olan bölgelerde tek tek yatırımlar için değerlendirmeler yapıldığı gibi kapsamlı çalışmalara da ihtiyaç vardır. Bölge, mevcut sanayi tesisleri ve tüm yeni yatırımları göz önüne alınarak, bütüncül olarak değerlendirilme. Ayrıca Aliağa Bölgesi'ne bu kadar büyük ölçekli santral kurulması, mevcut elektrik iletim şebekesi açısından da riskler oluşturmaktadır. Halen bitmiş ama şebekeye bağlantısı yapılamamış santralların olduğu bu bölgeye yönelik olarak verilen lisanslar EPDK tarafından gözden geçirilmeli. Bölgede elektrik üretiminin yoğunlaşması, enerjinin başka bölgelere aktarılması ancak Türkiye Elektrik İletim AŞ. (TEİAŞ) tarafından yeni iletim hatları tesis edilmesiyle mümkün olabilir. Kamu şirket TEİAŞ'e yüklenecek bu yüksek maliyet bile söz konusu lisansların iptal edilmesi için yeterli gerekçeyi oluşturmaktadır.

Yapılan santrallerle doğaya geri dönüşü olmayan zararlar verilmektedir. Bu kadar sorunlu enerji politikaların sürdürülmesinin yanlışlığından söz ettiniz. Enerji politikalarımızı yeniden şekillendirirken neleri göz önünde bulundurmalıyız?

Rantta, çevrenin tahrip edilmesine ve betonlaşmaya dayalı geçici büyümenin tercih edilmesi ülkemizin karşı karşıya kaldığı en büyük sorun. Ülkemize çevreye, kentsel ve tarihsel dokuya saygılı, bilgi yoğun, teknoloji yoğun bir sanayileşme ve enerji politikası yaşama geçirilmelidir. Sürekli artan enerji ihtiyacımızın gerekçelerini sorgulamadan bütünlüklü bir enerji politikası üretilemez. Emek yoğun-enerji yoğun bir üretim modeli ile gelişmiş ülkelerin terk ettikleri, demir çelik ve çimento gibi enerji canavarı endüstriler, istihdam yaratma ve sanayileşme adı altında ülkemizde yaygınlaşmaya devam etmektedir. Aliağa Bölgesi'nde somut olarak karşımıza çıkan bu sanayi politikasına eklenen çarpık enerji yatırımları tahribatı katlamaktadır. Bilgi yoğun, yüksek katma değerli, çevre dostu, yerli üretim teknolojilerine dönük bir Ar-Ge ve sanayileşme politikası, elektrik üretimi alanındaki sürdürülemez gidişi geri çevirebilecek en önemli etkendir.

İthal enerjinin lisansı sınırlandırılmalı

Dünya'nın termik santrallerini yavaş yavaş kapatırken Türkiye'nin daha çok açmaya çalışmasını nasıl yorumluyorsunuz? Yanlış enerji politikaları geri dönüşü olmayan çevre sorunlarına yol açmayacak mıdır?

İlkim değişikliğini önleme çalışmaları kapsamında hemen hemen tüm dünyada karbon emisyonu yüksek üretim tekniklerinin yavaş yavaş terk edildiğini görüyoruz. Türkiye'de ise ithal kömüre dayalı mevcut yatırımların yanına yenilerini eklemek için bir seferberlik söz konusudur. Cari açık gözetilerek, yerli kömüre yönelik çevresel etkileri en aza indirecek şekilde yapılacak termik santrallar bir düzeyde anlaşılabilir. Ancak dünyada giderek müşteri sayısı düşen ithal kömüre dayalı santral kurmanın tek amacı daha yüksek kar elde etmektir. Özel sektör doğası gereği hem maliyeti düşük hem de kullanılacak ekipmanlar için Ar-Ge çalışması gerekmeyen ithal kömüre yönelmektedir. Doğalgazın yanı sıra ithal kömürün dayalı santrallar da ülkemizin geleceği için riskler barındırmaktadır. Enerji yönetiminin iklim değişikliği konusundaki olası yaptırımları da gözeterek, yerli ve yenilenebilir kaynakları teşvik etmesinin yanında ithal kömüre ve doğalgaza dayalı santral için de lisans sınırlamasına gitmesi gereklidir. Enerji üretiminde toplumsal maliyetleri düşürmenin tek yolu, üretim modelinin kamu yararına merkezi olarak planlanmasıdır. Rusya ile yaşanan kriz, doğalgaz bağımlılığı sorunu ortaya çıkardığı gibi ithal kömüre dayalı modelin de açmazlarını da gözler önüne sermektedir.
Editör: Haber Merkezi