Bazen bir şeyi açıkça söylemek istemediğinizde ne yaparsınız ?Lafı dolandırır, evirir çevirirken oldukça anlaşılması zor olan cümleler kurmakla kalmaz aynı zamanda ana konudan uzaklaşarak söylediklerinizin iyice karmaşık bir hale gelmesine neden olursunuz. Yapmak istediğiniz tam da budur. Anlaşılmaz olmak. Yani sorulan soruya net bir cevap vermemek politikacıların ya da diplomatların ya da konuya taraf olan hemen herkesin yaptığı kelime oyunlarından en yaygın olanıdır ve bu durumda soruyu tekrar sormanın bir anlamı da olmaz. Çünkü konuşan kişi zaten verdiği cevapla bu soruyu sormamanızın daha iyi olacağı şeklinde gerekli mesajı vermiştir. Bu durumda ısrarcı olabilirsiniz ancak birisi size bir şeyi açık ve net olarak söylemek istemiyorsa kamuoyu kendi anladığı biçimde yorumunu yapması kaçınılmazdır. Basit bir örnek verelim: Örneğin yanınızaki kişinin kim olduğunu söylemek istemiyorsanız o kişinin kim olabileceğine yönelik tahminler yapılır, çünkü insanlardaki en önemli dürtülerden biri merak duygusudur ve bu tahminler sizi ve o kişiyi çok rencide edebilecek kadar ileriye gidebilir ancak gerçeği söylememenin de bir bedeli vardır ve sizin bunu göze aldığınız anlamına gelir. Bu durum yönelik olarak bir başka örnekle devam edelim.
“Sırf bir şeyin var olduğuna dair kanıtınızın olmaması onun var olmadığını kanıtı sayılmaz.” ABD Eski Savunma Bakanı Donald Rumsfeld böyle bir şey söylemişti. ilginç olan bunu Irak`ta kitle imha silahlarının var mı diye sorulduğu zaman söylemiş olmasıydı. Çünkü Amerikan Ordusu’nun Irak`a girmesi için bir neden aranıyordu ve o neden bir türlü bulunamıyordu.
Bir başka olayda ise Senator J.Mac Carthy döneminde ABD’ de kömünist avı başlatılmıştı. Rosenberg davası da bu dönemdeydi ve bir devlet yetkilisi onun komünist olduğuna dair iddialar karşısında şöyle demişti: “Dosyalarda onun komünist olduğunu çürütecek herhangi bir şey bulunmadığına dair teşkilatın genel bildirisinin dışında bu konuda fazla bir bilgim yok.”
Bu yorumdan ne anladınız ? Kimse bir şey anlamadı zaten, ama bir şey çok açıktı. ”Biz onu suçlu bulmak istiyoruz.” Yazar Nigel Warburton’un Yazma konusunda yayınladığı kitabında söz ettiği üzere İngiliz Gazeteci ve aynı zamanda editör olan Harold Evans “Gazeteciler, editörler ve yazarlar için gerekli olan ingilizce” adlı eserinde şöyle bir saptama yapıyor. Churchill’in “Bize aletleri verin işi bitirelim” duyurusu, kolayca resmi bir bildiri uslubuna çevrilir. ”ilgililere uygun aletler sağlanabilseydi iş bitirilebilirdi.” Bu dolaylı anlatımın İkinci Dünya Savaşı yıllarında Başbakanlık yapmış olan Churchill’in söyleminin bu şekilde edilgen bir cümle haline getirilerek etkisinin ilk anda anlaşılmaması için üzerinin örtüldüğünü anlamamıza yardımcı olduğunu görebiliriz.
26 Nisan 1986 yılında Ukrayna’da meydana gelen Çernobil nükleer kazasından sonra meydana gelen büyük çevre felaketi sırasında ortaya çıkan radyasyonun hava akım ları ve bulutlarla taşınarak çevre ülkelere zarar vermesi söz konusuydu ve ne yazık ki öyle de oldu. Bunlardan biri de Türkiye’nin özellikle çay yetiştiriciliğinin merkezi olan Karadeniz Bölgesiydi. Durum böyle olunca o yıllarda çay tüketimi azalırken aynı zamanda halk arasında da büyük bir tedirginlik yaşanıyordu.İşte o dönemde bakan olan Cahit Aral çaydaki radyasyonun tehlikeli olmadığını kanıtlamak için kameralar önünde çay içmişti. Benzer bir şeyi Japonya’daki tusunami sonrası Tokyo Valisi Shintaro Ishihara da yapmış ve “tehlike yok” mesajı vermek için gazetecilerin önünde şebeke suyu içerek rolünü oynamıştı. Ancak Bakan Aral daha sonra yaptığı açıklamada bunu yapma nedeni olarak 8.Cumhurbaşkanı Özal’ın “İç de millet rahatlasın” şeklinde önerisini örnek göstermişti. Sözlerine daha sonra şöyle sürdümüştü . “O dönem bunu kimse yazmadı. Gazeteciler geldi, ellerinde radyasyon ölçme cihazı var. Para çıkarıp çay aldırdım. Masanın üzerine torba torba koyduk, aleti getirdim hiçbirinde alarm vermedi. Bir televizyon getirttim. Açtırdım ve ona doğru yürümeye başladım. Cihaz ötmeye başladı. Televizyonun yaydığı radyasyon daha fazlaydı”
Böylelikle kanıtın yokluğu yokluğun kanıtı olmaktan çıkmıştı.Yani çayda bir radyasyon olasılığı vardı ama bu o kadar önemsenmeyecek boyutlardaydı ki televizyonun yaydığından bile azdı.Yani çayda radyasyon var mı sorusuna verilecek cevap iki şekilde ele alınabilirdi.Birincisi evet var, İkincisi de,evet var ama çok az yani cümlenin devamı bu şekilde olabilirdi.
Şimdi cümlenin ilk yarısını mı yoksa tamamının mı ele alıp yorumlayacağınız sizin iyi niyetinize ya da sizin ne kadar gerçekçi olacağınıza ve analitik düşünme yeteneğinize kalmış. Bakan da öyle düşünmüş olmalı ki, televizyondaki radyasyon bile daha az diyerek radyasyon yok dememiş olmakla kalmamış hem de çayı içerek halkın anlayabileceği bir şekilde olayı teatral bir şekilde yorumlamasının yanında , üstelik bunu yapma nedeni olarak Cumhurbaşkanı’nın kendisine “İç de millet rahatlasın” diye uyardığını da sözlerine eklemişti.
Bu dönemi çok iyi anımsıyorum çünkü o dönemde İzmir’de öğrenciydim. Karadeniz Bölgesine biraz uzak bir noktadaydım ama Bakan’ın bu çıkışına rağmen ben uzun bir süre çay içmemiştim, nitekim bu olaydan sonra Karadeniz Bölgesinde trioid kanserlerinde ciddi bir artış yaşanmıştı ve anlaşıldı ki mesele o kadar basit değilmiş. Eğer o anlarda “Karadeniz Bölgesindeki bu kanser vakaları için ne diyorsunuz?” diye bir şey sorulsaydı belki de eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in “Yollar yürümekle aşınmaz” sözüne benzer bir şekilde Çernobil kazası nedeniyle ölenler için de “Nufus bu kadar ölümle azalmaz” diyebilirlerdi. Konunun mizahi yanı bir yana, bir tanesi gerçekten söylenmiş olan her iki ifadenin de doğru olmasıdır. Hayatın ironisi de belki böyle bir şey olsa gerek.Yani söylenilen bir şeyin komik hem de dramatik olmasına rağmen aynı zamanda gerçek olması ilgi çekici bir karşıtlık yaratır.
Sorular hayatımızı cevaplardan daha çok biçimlendirir, çünkü rasyonel ve objektif soruları sorarsanız aldığınız cevaplar ne derece anlamsız olursa olsun ya da yukarıdaki örneklerde olduğu gibi karşı taraf sizin meseleyi öğrenmenizi zorlaştıracak şekilde karmaşık hale getirse bile, bunun sizin aradığınız cevap için büyük bir ipucu olabileceğini söyleyebiliriz. Çünkü sorular hayatın akışının ne yönde olması gerektiğine yönelik olarak sorulur ve bu yüzden verilecek her cevap ne kadar karmaşık ve anlaşılmaz olursa olsun yine de bir başlangıç noktasıdır.