Kasım ayının iki haftasını, kültür-sanat alanında bir bilgilendirme programının katılımcısı olarak Berlin ve Amsterdam’da geçirdim. Bu yazımda Berlin’de, bir sonrakinde ise Amsterdam’da kültür-sanata dair gördüklerimi paylaşacağım.

Bugün tüm dünyadan binlerce sanatçı, yaşamak için Almanya’nın başkentini tercih ediyor. Bunun başlıca sebeplerinden biri, şehrin sunduğu özgürlük ortamı. Berlin’in 3,5 milyonluk nüfusunun yaklaşık üçte biri yabancı. Şehirde, neredeyse tüm ülkelerden pek çok farklı yaşam tarzı ve kültüre sahip insan bir arada var olabiliyor. Yabancı nüfusun çoğunluğunu ise, 100 bini aşan sayısıyla Türkler oluşturuyor; ülkemiz dışındaki en büyük Türk topluluğu Berlin’de.

Almanya’nın en önemli ve en büyük sanat topluluklarından olan nGbK’deki (The neue Gesellschaft für bildende Kunst - Görsel Sanatlar için Yeni Topluluk) “Touch” (Dokunuş) başlıklı sergi, dokunmanın duyusal algı, empati ifadesi, fiziksel saldırı, iyileştirme tekniği veya bilgisayar teknolojisindeki bir jest gibi farklı bağlamlardaki manasına odaklanmış. Sergi metninde, akıllı telefon kullanıcılarının insan derisinden ziyade teknik cihazlara dokunmaya alışkın olduklarına dikkat çekilirken, Batı’nın, bir bilgi kaynağı olarak dokunma duyusunun potansiyeli üzerine, görme duyusuna kıyasla çok az kafa yorduğu ifade edilmiş.

Zemin kattaki galeride on beş sanatçının katılımıyla hayata geçirilen sergiye, Ruth Buchanan’ın, tavandan sarkan, kasap perdesini andıran pembe-yeşil alüminyum zincirlerini aralayarak giriliyor. Zincirlerin tam karşısındaki duvara yerleştirilmiş mor halının yanında, minik bir kullanım kılavuzu var. “İki el ve bir halı kullanarak sahilin sesini nasıl taklit edersiniz” başlıklı bu sade ve etkili çalışma, Cevdet Erek’in. Hemen halı üzerinde bir deneme yapıyor, dokunma ve işitme duyularım aracılığıyla hayallere dalıyorum. Robin Kirchner’in “Pehlivan” başlıklı fotoğraf serisi tanıdık; yağlı güreş karelerinden oluşuyor.

Buz gibi bir havada “How to talk with birds, trees, fish, shells, snakes, bulls and lions” (Kuşlar, ağaçlar, balıklar, deniz kabukları, yılanlar, boğalar ve aslanlarla nasıl konuşulur) adlı serginin açılışı için gittiğimiz Hamburger Bahnhof – Museum für Gegenwart’ta (Çağdaş Sanat Müzesi) karşılaştığımız izdiham bizleri hayrete düşürüyor. Almanya’da raylı sistemin ilk terminallerinden biri olan tarihi müze binasına girdikten sonra 45 dakika kadar sırada bekliyoruz.

Alman sanatçı Antje Majewski, Brezilya, Kamerun, Çin, Kolombiya, Fransa, Macaristan, Polonya ve Senegal’den meslektaşlarıyla süregelen bir diyalog açarak onları insan ile diğer varlıklar arasındaki karşılıklı ilişkiyi sorgulayan çalışmalar yapmaya davet etmiş. Sergi, katılımcı sanatçıların tehlikedeki yerler, toplumlar ve çevrelerle etkileşimlerinden doğmuş. Sergiyi oluşturan videolar, büyük ölçekli yerleştirmeler, heykeller, manifestolar, şiirler, fotoğraflar, çizim ve resimler, insanların daima parçası olduğu hassas sosyo-ekolojik sistemlere göndermede bulunuyor.

Sergi, konuşmanın ifade biçimlerinden sadece biri olduğuna dikkat çekiyor ve izleyiciyi belki de anlayamayacağı farklı seslere kulak vermeye, diğer varlıklara empati, nezaket ve sevgiyle yaklaşmaya davet ediyor. Açılışta izlediğimiz, bir kuşun hareketlerini andıran tuhaf ve çarpıcı danstan oluşan, davul eşliğindeki performans, bu daveti konuşamasak da anladığımız, hissettiğimiz dil(ler)de yineleyerek iz bırakıyor.

“Sis Denizinde Amaçsızca Dolaşan Adam” tablosuyla ilgimi müthiş derecede çeken Caspar David Friedrich’in (1774-1840) bu resmi Hamburg’da olsa da, başka eserlerini görmek için Alte Nationalgalerie’ye (Eski Ulusal Galeri) gidiyorum. Görkemli müzede, binanın inşa edildiği 19. Yüzyıl’dan yapıtlar sergileniyor. Rodin, Monet, Courbet gibi sanatçıların eserlerinin de bulunduğu ilk iki katı sona bırakarak doğrudan üçüncü kata, Friedrich bölümüne yöneliyorum.

Ücretsiz olarak aldığım kulaklıklı sistemin verdiği bilgiler eşliğinde, sanatçıya kendi memleketinde saygı duruşunda bulunuyormuşçasına eserleri uzun uzun inceliyorum. Yaşam ve ölüm, doğa, yalnızlık, Tanrı temalarına odaklanan tabloların her biri sembolik manalar içeriyor. Kendimizi onların yerine koyabilelim diye, insan figürlerinin çoğunun arkası dönük.

“Deniz Kenarında Keşiş”in ise önünden ayrılamıyorum. Eser, dönemi için alışılmadık kompozisyonuyla, soyut resme geçişin belki de ilk örneği. Deniz ve gökyüzünün enginliği içinde resmedilmiş cılız keşiş figürü, kulaklıktan gelen bilgiye göre “yalnızlığın zaferini ve hiç bitmeyen hüznünü”, “insanlığın doğanın üstünlüğüyle yüzleşmesini” ifade ediyor.

Deutsche Bank, bir zamanlar Prusyalı prenseslerin yaşadığı Barok bir binanın içini modern bir şekilde yenileyerek, sanat, kültür ve spor alanında güncel ve yenilikçi bir platform oluşturmuş. PalaisPopulaire adlı bu mekânın açılış sergisi, “The World on Paper” (Kağıt Üzerinde Dünya). Kâğıt malzemesinin sanatçıları nasıl büyülediği ve sürekli yeni yaratıcı olanaklar oluşturduğunu konu alan sergi için, dünyanın en büyük kurumsal sanat koleksiyonlarından olan Deutsche Bank koleksiyonundaki, 34 ülkeden 133 sanatçının 300 civarında eseri seçilmiş. Doug Aitken, Ellen Gallagher ve Joseph Beuys’un da eserlerinin bulunduğu bu sergiyi de, telefonuma ücretsiz olarak indirdiğim uygulamadan küratörün verdiği bilgileri dinleyerek geziyorum.

Dünyanın en iyi orkestralarından kabul edilen Berlin Filarmoni, muazzam bir konser salonuna sahip. “Philharmonie” adındaki, çadırı andıran bu sarı yapı, şehrin simgelerinden. Tamamlandığı 1963’ten bu yana, “üzüm bağı stili” oturma düzeniyle Sidney Opera Binası, Walt Disney Konser Salonu gibi birçok konser salonuna model oluşturmuş. Salonda, orkestra merkeze alınıp seyirci merkezin dört bir yanındaki akışkan teraslara yerleştirilmiş. Koltuğumda yerimi aldığımda, salonun beni âdeta kucakladığını hissediyorum, nefesim kesiliyor.

Yaklaşık 2 bin 500 kişi kapasiteli bu efsanevi salonda, Berlin Filarmoni’nin 2002 yılından beri şefliğini yapan Sir Simon Rattle’ı, görev süresinin bitimine iki ay kala izleme şansını elde ediyoruz. Berlin opera orkestrası Staatskapelle ile opera solistleri ve korosu, salonun konukları. İkinci bölümün başında, sahnede herkes yerini aldıktan sonra solist sandalyelerinin unutulmuş olduğunun fark edilmesiyle eğlenceli anlar yaşanıyor. Büyüleyici mimarinin ve dinlediğimiz birinci sınıf müziğin etkisi altında, salondan ayrılıyoruz.