Eskilerin bir deyimi vardır; anımsayalım: "Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür". Günümüz Türkçesiyle anlamını; kısaca "İnsan oğlunun belleği unutmakla eksiklidir" şeklinde tanımlayabiliriz.
Öte yandan gene anımsayalım diyeceğim; bundan on beş ay önce Soma'da bir maden faciası yaşandı. İzlerini ve doğurduğu yaraları unutmak olası mı? Oradaki bu feci olayın ardından neler neler yaşandı az çok aklımızdadır. Ama; söylemek isterim ki yaşananlar arasında benim en çok aklımda kalanı o zamanki Başbakanımız Sn. R.T. Erdoğan'ın özel kalem müdürü Yusuf Yerkel'in bir kazazede yakınına savurmuş olduğu tekmedir. Belki de bu konuda görevli bile sayılamayacak özel (!) kalem müdürü kendini tutamayıp hani derler ya "Kraldan fazla kralcılık yaparak" sonuçta o tekmeyi  savurup tarih sahnesine adını yazdırmıştır.

İşte o özel kalem müdürü; 1 Kasım seçimleri sonrasında attığı tweette "HAMDOLSUN" diyebilmektedir. Artık; değerli özel kalem müdürümüz bu HAMDOLSUN'u seçimi AKP kaybetseydi başına gelebileceklerden çekinip kurtulduğu  için mi söyledi yoksa başka bir nedeni mi vardı onu bilemeyiz. Allah gönlüne göre versin (!)
Olanları unutmaksızın üzerinde asıl düşünülmesi  gereken nedir bilir misiniz? Bırakınız ülke genelini; AKP, Soma'da bile % 40 oy alarak birinci parti oldu. Bence önemli olan budur. Veyl mağluplara (!)

***

Aaah (!) Ben bunları anlatırken yazımın başlığını unutmuşum. İlginçtir; bu seçim anımı yazmasam geçmişimi yadsımış olurdum. Haydi öyleyse anlatayım; 1965 yılı Ekim'inde Polatlı'daki Topçu ve Füze Okulu'nda yedek subay olmak için toplanmış 350 kişiyi aşkın üniversite/yüksek okul mezunu o gençlik günlerimizin heyecanı içindeyiz. Neden mi? 1960 yılının 27 Mayıs'ından sonra ülkede oluşturulan demokrasiye dayalı yeni umutların biz gençlere verdiklerini nasıl unutabilirdik?
Hangisini sayayım? Yeni bir anayasa yapılmış, meclis çalışmalarını süzgeçten geçirecek Senato ve Anayasa Mahkemesi kurulmuş, biz plan değil pilav istiyoruz diyen çatlak sesler duyulsa da planlı ekonomiye geçilmiş, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu oluşturularak hakim teminatı sağlanmış, çalışan kesime yepyeni sendikal haklar tanınmış, yeni ve ciddi bir okuma seferberliği yaratılmış, sağlık alanında sosyalizasyon çalışmalarından olumlu sonuçlar alınmış ve Avrupa Birliğinin nüvesi olan Ortak Pazara tam üye olabilmenin adımları atılmış ve bunların yanında belki de sayamadığım nice olumlu gelişmelerle iç içeyiz.

Tamam, koalisyonla yönetiliyoruz olsun gene de yazdığım gibi bir yığın olumlu gelişme yaşanmakta; bu arada ülkede iki kez ihtilal girişimi olmuş ama siyasi kadroların çalışmalarıyla bir rejim değişikliğine olanak verilmeksizin bu sıkıntılar atlatılmış.

İşte böylesi bir ortam içerisinde 1965 yılı Ekim ayı içinde genel seçimler yapılacaktı. Süleyman Demirel nevzuhur olarak tepeden inercesine Adalet Partisi'nin başına geçirilmişti. Nasıl mı? Genel kongrede başkan adaylığı söz konusu olunca partinin eskileri Demirel'in Mason'luğunu  gündeme getirmişlerse de nereden bulunduysa bulunup mason olmadığına dair bir belge edinilmiş; yapılan oylamada Demirel diğer aday Sadettin Bilgiç karşısında başarı göstererek başkan seçilmişti. Demirel'in lakabı "Barajlar Kralı" idi ancak bir lakabı ise "Morrison Süleyman"dı.

Biz gençler; tüm umutlarımızı sosyal adalet kavramı üzerine yoğunlaştırmıştık. Ve; inanın gelecekten içtenlikle umutluyduk. Ülkenin kurtuluşunu yeni Atatürkçülük kavramının gelişmesinde bulmaktaydık. 
O seçim; elbette Pazar günü yapılıyordu. Askerlik bu, mesaide aksaklık yoktu. Akşam mütalaası (Çalışma) tamamlandı. Ardından temizlik ve yatakhane. Askerliğin kuralları belli, yatıp uyuyacağız ama uyuyan kim? Yatakhanede yasak da olsa pilli radyolar çalışıyor, sonuçlar ufak ufak gelmeye başladı, herkesin suratı bir karış asık. Geldi geldi artık durum açıkça belli olmaya başladı. Ankaralı Yavuz diye bir arkadaşımız vardı, birden bağırmaya başladı; Ağzından belki de hepimizin bildiği ancak olur olmaz söyleyemediğimiz sözler döküldü; Yazamam ki: Hani şu develi ve dikenli sözler...
Ertesi gün sabahın ilk gazeteleri 450 milletvekilli parlamentoda Adalet Partisi'nin 250'yi aşkın milletvekili kazandığını yazmaktaydılar. İnönü'lü CHP sanırım 130 milletvekili ile yetiniyordu. Kalan milletvekillikleri ise üç parti arasında bölüşülmüştü. Tek sevincimiz ve ümidimiz İşçi Partisinin meclise 15 milletvekili gönderebilmesi olmuştu.

Şimdi düşünüyorum da 1965 seçimlerinin sonuçları ülke için kaçırılan fırsatların tipik bir örneği olarak algılanmalı. Demagoji ile gerçekçilik arasında geçen savaşı ne yazık ki demagoji kazanmıştı.
Sonucu az ya da çok hepimiz hatırlarız. 1971'deki 12 Mart Muhtırası ve anayasal hakların daraltılması, ardından ülkenin kaos ortamına girip 1980'de tam teslimiyet.
Ne dersiniz gelişmeler bir ölçüde günümüze benziyor değil mi?
Esenlikle kalınız...