Yıllar önce televizyon kanallarından birinde uzun soluklu bir dizi yer aldı. “Fatmagül’ün Suçu Ne” adlı dizi ile anlatılmak istenen Fatmagül’e yaşatılanların kısa sürede atlatacağı türden bir olay olmadığı idi. Cinsel saldırıya uğrayan mağdurun kendiyle ve hayatla barışması zaman alır. Hem de uzunca bir zaman. Uğradığı saldırıyı kendine itiraf edemezken, saldırının hemen ardından değil resmi makamlara başvurup, şikayetçi olmak, güvendiği biriyle konuşmak bile züldür mağdur için. İnsan ve kadın yanı o kadar rencide edilmiştir ki uzunca bir süre kabullenemez kendine yaşatılanları. Korku, öfke, utanma vardır bu kaçısın ardında. Ancak asla onursuzluk değildir bu kaçışı uzatan. İnsanlık dışı bir eylemdir cinsel saldırı. Eylemcinin onursuzluğu konuşulmayınca mağdur kalır akıllarda. Mağdurun ne imiş ne değil imiş yanı irdelenir aylarca. Bari bunu kadın kadına yapmasa!

Günümüzde “Kırmızı Oda” adlı dizi ile anlatılıyor benzer konular. Farklı nedenlerle psikiyatriste başvuran her kesimden insanımızın öyküsüne yer veriliyor bu dizide. Psikiyatrist hekim ve yazar Gülseren Budayıcıoğlu’nun kaleminden kitaplarına, derken dizilere ilham kaynağı olan öyküler her biri. Bunlardan biri de taciz mağduru Kumru’nun öyküsü. Çocuk yaşta üvey babanın cinsel saldırısına maruz kalan, anasına bile anlatmakta zorlanan, anlattığında suçlu imiş gibi babaanne evine gönderilen, genç yaşta evlendirilmeye kalkışılınca mecbur kalıp babaanneyle paylaşan, paylaştığında susmasının en iyi çözüm olacağı tembihlenen Kumru’nun öyküsü. Kocasından gördüğü eziyet ise apayrı, bilimsel adı Örselenmiş Kadın Sendromu olan bu durum eşi/partneri tarafından fiziksel/duygusal/cinsel yönden istismara uğramış kadının tıbbi ve psikolojik durumunu ifade eder.

Kadının rencide edilişinin o kadar çok çeşidi vardır ki çoğu zaman bir bakış yeter. Küfür, dayak, taciz, tecavüz ise kadına yönelik şiddetin tuzu ve karabiberidir. Fatmagül’ün de Kumru’nun da öyküsü yıllar sonra psikiyatriste gitmeleri ile su yüzüne çıkar. Her ikisinin de yıllar sonra hayatlarına giren sevgi dolu eşleri vermiştir bu gücü onlara. Psikoterapi seansları ile  barışmaya başlarlar kendileriyle ve  hayatla. Her iki mağdurunda yıllarını alır bu barışma.

Erdal Atabek, ilk baskısı 1989 yılında yayımlanan “Kışkırtılmış Erkeklik, Bastırılmış Kadınlık” adlı kitabı ile toplumsal cinsiyet rollerine değinerek toplumun erkek ve kadın davranışlarını nasıl biçimlendirdiğini açıkladı. Onlarca baskı yapan kitabının eskimemiş olmasına, güncelliğini korumasına sevinmesi gerekirken üzüldüğünü ifade etti: Keşke, bu kitapta yazdıklarım “artık bunlar geride kaldı, o zamanlar öyleydi” diyeceğim şeyler olsaydı. Ne yazık ki böyle olacağına tam tersi oldu. Bugün yazmış olsaydım kitabın adı; “Azdırılmış Erkeklik, Kıstırılmış Kadınlık” olabilirdi.

Cinsiyet, kişinin kadın/ erkek olarak gösterdiği genetik, fizyolojik ve biyolojik özellikleridir. Toplumsal Cinsiyet ise toplumun bireye verdiği roller, görev ve sorumluluklardır. Toplumun bireyi nasıl gördüğü, algıladığı ve bireyden beklentileridir. Toplumsal cinsiyet rolleri üzerine pek çok şey yazıldı ve yazılmakta. Toplum nasıl mutlu olacaksa öyle davranıyor erkek, kadın. Derken yabancılaşıyorlar kendilerine ve birbirlerine. Kendi gibi olamıyorlar yani. Bazen kadının kadına, erkeğin erkeğe yaptığını erkek kadına, kadın erkeğe yapmıyor. Ancak erkek egemen toplumlarda erkek her hâlükârda kendi gibi olma fırsatı yakalayıp rahatlarken, kadının kendi gibi olmaması için kadın, erkek birlikte çaba sarf ediyor sanki. Kendi gibi olmaya çalışan kadın erkekten çok kadını rahatsız ediyor. Güçlü kadın erkekten çok kadını korkutuyor. Velhasıl kadının kadına yaptığı erkeğin işini kolaylıyor. Üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biri bu ise diğeri “Erkek olmadan kadın, kadın olmadan erkek olmaz” diyen bilimin halen hiç hatırlanmıyor olması.