Bir resim kalıyor geriye. Daha ilkyazında solmuş gülüşleri, bakışları donuk, gözyaşı ve kan ile ıslanmış eskiyen bir resim...
Bazı şeylere aklım erdiğinden, erdiğini sandığım günden beri huzursuz bir ruh taşıyorum. Ölü resimlere bakıyorum uzun uzun ama ayrı tutmuyorum hiçbirini bir diğerinden; bu bizden, bu sizden ayrımı yapmıyorum. Yapanları da anlayamıyorum. Resimlere baktıkça gözü yaşlı analar, iç çekerek ağlayan, tabut ardından koşan kardeşler, susan babalar, ömrünün yarısını kaybetmiş eşler, sevgililer görüyorum.

Ölüler yarıştırılıyor, ölmek ve öldürmenin çok ama çok kolay olduğu bu ülkede, ben bu vicdansız yarışa katılmıyorum. Yarım kalan hayatlar, gencecik hikâyeler anlatılıyor o çok duyarlı televizyon kanallarında acıklı bir müzik eşliğinde. Gazeteler ise ölü hikâyelerinde ayrıntı peşinde. Ölü bir resim, birkaç gün dolaşıyor haber bültenlerinde, sonra unutuluyor... Herkes içinde aslında bu hikâyenin ama ayrı tutuyor çoğu kendini, ben tutamayan azınlığın içinde.  

O her şeyi yönetmek isteyen iktidar düşkünlerinin, yetinmeyi bilmeyenlerin, sevgi yoksunlarının bireysel hırsları yüzünden gencecik insanlarımız (polis, asker, öğrenci) ölüyor, öldürülüyor. Her gün yeni bir ölüm haberi ile uyanır olduk güne. Bizler bu huzursuz ruhumuzla sevmek, yaşamak, hatalar yapmak ve büyümekle meşgulken, onlar bir şeyleri bir yerleri ele geçirmekle meşguller. Dokundukları her şey çirkinleşiyor. Akla yakın, iyi, güzel, hoş olan ne varsa hemen yok ediyorlar, yasaklıyorlar.

Sevmekten korkuyorlar, doğadan korkuyorlar, yaşamın kendisinden korkuyorlar, iyi olan ne varsa ondan korkuyorlar; kötü oldukları, kendilerini ancak kötülükle var edebildikleri için. Korkuyorlar, korktuklarını en çok nefretleri ve zulümleriyle belli ediyorlar. Farkında mısınız nefretle konuşur olduk yine, ötekini yok sayan ırksal bir dil ile ifade ediyoruz kendimizi. Değil mi ki tüm bu yaşananlar biraz da senin, benim, bizim sayemizde? 

Söyleyecek çok da bir söz yok aslında, bunca acı varken Charles Bukowski'nin Kitlelerin Dehası adlı şiiri geliyor aklıma. "...Ve cinayet konusunda en becerikliler/ Cinayet karşıtı vaaz verenlerdir/ Ve nefreti en iyi becerenler/ Sevmeyi vaaz edenlerdir/ Ve -son olarak-/ Savaşı en iyi becerenler/ Barış vaazı/ Verenlerdir..." diyor Bukowski, özellikle bu bölüm tam da ülke olarak bugünlerde içinde bulunduğumuz durumu anlatıyor. Daha dün barış diyenler, analar ağlamasın diyenler savaş diyorlar bugün, anaları ağlatıyorlar. Analar ne diyor hiç sormuyorlar.

Bir resim diyorum, gülüşü yaralı bir resim...
Lüks dairelerin değil, sıvasız evlerin duvarlarında asılı resimler kalıyor geriye. İşte bu yüzden, en çok bu yüzden böyle kolay 'şavaş' demek kimilerine.