Sol göğsünün üzerinde, pimi çekildiğinde on saniye içinde patlayan soğuk bir ağırlık, bir metal parçası duruyordu...

Yola çıkalı bir saat olmuştu ki, bir emir geldi ön sıralardan; '5 dakika mola, herkes olduğu yerde dinlensin' Olduğu yere bıraktı kendini. Derin bir nefes aldı. Şehrin ışıkları ne kadar da güzel görünüyor dedi içinden. Omuzlarını kesen sırt çantasının ağırlığını ve sol göğsü üzerinde duran o soğuk demirin varlığını biraz olsun unutmak istiyordu. Serin bir rüzgâr terli saçlarını yalayıp geçti. Sırtında soğuk bir ıslaklık hissetti, beş dakika sonra kalkıp yeniden yola koyulacak olmasa kuru bir şeyler giymek gerekirdi. Matarasından bir yudum daha su içti, başını sırt çantasına dayayıp geceyi aydınlatan şehrin ışıklarını seyretmeye ve düşünmeye başladı. İlk kez gördüğü, yürüdüğü bu dağın yamacında, o geniş ovanın ortasındaki uzak ışıkları, ışıkların süzüldüğü perdelerin ardını, uyuyanları, uyanık olanları, uyumaya çalışanları düşündü.

Başını tamamen geriye doğru bıraktı sonra. Yıldızlar ne kadar da yakındı. Çukurova'da dama çul serip uzun uzun yıldızları seyrettiği günler geldi aklına, serin dam uykularına daldığı o uzak ve yakın günleri...
Kısık bir ses uyandırdı gerçeğe değen bu güzel düşten, 'Hadi gidiyoruz' dedi, 'toparlan'. Yavaşça doğruldu, o da ardındaki arkadaşını çağırdı 2 dakikalığına da olsa gittiği memleketten. Sabahın ilk ışıklarına kadar yürüdüler. Omuzlarını kesen çantanın acısını, sol göğüslerinin üzerindeki o soğuk demirin varlığını unutmadan, kulakları seste, elleri tetikte yürüdüler. Ölüme ne kadar yakın iseler; anaya, kardeşe, sevgiliye bir o kadar uzak, yürüdüler gecenin içinde... 

Yukarıda anlatılanlar bir hikâyeden alıntı değil, birkaç yıl önce Diyarbakır dağlarında sırtımda elli kiloya yakın çanta ve elimdeki 10 kiloluk silahla sabahlara kadar yürüdüğüm, nöbet tuttuğum gece yarılarından sadece beş dakikalık bir bölüm.

Bugün bakıyorum da klimalı odalarında, yazlıklarında, deri koltuklarında oturup beylik laflar edenler için o dağ başlarında gecelerce yürüyen, nöbet tutan askerleri feda etmek ne kadar da kolay. Sol göğsünün üzerindeki o soğuk demir parçası ile dolaşan askere ne düşünüyorsun diye soran yok; onları bekleyen analara, kız kardeşlere, sevgililere kimse sormuyor, 'Oğlunuzu, kardeşinizi, yârinizi feda eder misiniz' diye.
Kandil'i tamamen imha edeceğiz', 'İnlerine gireceğiz', 'Köklerini kazıyacağız', 'Gerekirse evlatlarımızı feda ederiz' diyorlar. Oysa hiçbirinin evladı (bedelli, çürük raporlu) dolaşmadı gece yarıları o dağ başlarında, dolaşmayacak. Çünkü bu ülkeyi gerçekten seven, vatan denilince başka bir şey düşünmeyen kendini vatan için feda etmeye hazır, o dağ başlarında dolaşacak fakir ama dürüst, namuslu binlerce vatan evladı var bu ülkede. İşte onlardır feda edilecek.
Bir delilik hali bu yaşadıklarımız, insan anlayamıyor, 'Gerekirse evlatlarımızı feda ederiz' diyen birini ayakta alkışlayıp 'Türkiye seninle gurur duyuyor', 'Dik dur eğilme bu millet seninle' diye tezahürat yapan insanlar var memleketimde ve daha da kötüsü ne biliyor musunuz, bu insanların da evlatları var.

Dik dur eğilme dedikçe 'Dimdik ayaktayız' diyorlar. Ama Mehmetler bir bir toprağa düşüyor. Peki ya ellerine kına yakarak gönderdikleri evlatları tabut içinde gelen analar, babalar, kardeşler, sevgililer nasıl ayakta duracak? Dimdik durun ve bakın gözlerimize, söyleyin nasıl!?