Yeni yılın ilk yazısıyla merhaba. 2015'in son yazısı barış dileğiydi, 2016'nın ilk yazısı dileğin gerçekleşmesinin çabası olsun. Dilek dilemek çok güzeldir, ama dileklerimizin kendiliğinden olacağını beklemek, masal dünyasında yaşamaktır, gerçek hayatta dileğin gerçekleşmesi için sorumluluk üstlenmek, çabalamak, emek harcamak gerek.
Barış dileğinin gerçekleşmesi için İstanbul'dan, Ankara'dan, İzmir'den, ülkenin başka yerlerinden bir grup insan 30 Aralık'ta Diyarbakır'daydı. Medyanın "barış grubu" adını verdiği  "Barış İsteyenler" grubuna İzmir'den katılanlar arasındaydım.
Buluşmayı en iyi anlatan sözler Türkan Elçi'nin "Hoşgeldin kardeşim, acılı yalnızlığıma hoş geldin" sözleri ile Rakel Dink'in "Toprak ölen cana akan kana yeter demez, yeter artık, yeter demeye geldik" sözleriydi.

Diyarbakır'da ilk gördüklerim; ben Diyarbakır'ı bu kadar üzgün, bu kadar acılı görmedim. Surların dışındaki Diyarbakır'a bakıldığında sakin bir şehir görüntüsü veriyor, kimi sokak başlarındaki TOMA'lar, caddelerden hızla geçen Akrep diye adlandırılan ve ilk kez gördüğüm zırhlı polis araçları, kurşun  geçirmez yelekli maskeli polisler olağanüstülüğü gösteriyor. Surların içinde ne olduğu görünmüyor, giriş kapıları tutulmuş bir cezaevi görüntüsünde, içeriden duyulan silah sesleri daha başka şeyleri anlatıyor.

Kardeşlik bu mudur?

Surların içinde neler olduğunu Sümerpark'taki toplantıda Sur'da yaşayanlardan dinledik. Anlatılanlar dehşet veren  gerçekliği, aynı zamanda ilgisizliğimizi, duyarsızlığımızı vuruyordu yüzümüze.
Konuşan iki muhtar, "Türkiye'nin batısı niye suskun" diye soruyor. Çatışmalarda yaralanan küçük kızının vücudundaki yaraları gösteren anne, "Ben anayım, dört gün boyunca çocuklarıma yiyecek veremedim, dayanamadım evimi bırakmak zorunda kaldım" diyordu. Hastalarına hizmet veremediğini söyleyen eczacı, "Bütün silahları gömelim, hep beraber halaya duralım" diye sözünü tamamlıyordu. Herkesi ağlatan lise öğrencisi genç kız, ağlayarak "Okuluma gitmek istiyorum her öğrenci gibi, kapı ve pencerelerimiz sarsılmadan rahat uyumak, korkusuz yaşamak istiyorum" diye yalvarıyor. Evlat acısıyla haykıran iki baba; "Çocuklarımız işkence görüyor, öldürülüyorlar, dokuz gün oldu oğlumun cenazesini vermiyorlar, bizi cenazelerimizle teslim almaya çalışıyorlar, zulüm görüyoruz, neden sessiz kalıyorsunuz? Kardeşlik bu mudur?"  Bir genç gazeteci; "Biz polisin silahının namlusunun ucunda gerçekleri yazmaya çalışıyoruz, büyük medya yazarları, muhabirleri emniyetin zırhlı araçları içinden haber yapıyorlar" diye kimi İstanbul medyasını eleştiriyor.

İzmir Barosu da gitmemiş;

Diyarbakır'ın bir diğer gerçekliği de Kasım ayında "İnsanlığın Mirasıyım, Mirasına Sahip Çık" diye dört ayaklı minareye sahip çıkarken öldürülen Baro Başkanı Av.Tahir Elçi. Diyarbakır Barosu'nu ziyaretimizde Tahir Elçi suikastını konuşuyoruz. Görüşmenin Adliye'deki büyük salonda yapılmasına Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı'nın izin vermediğini öğrenince 'pes' diyoruz. Bir yandan iyi de oluyor; yasak sayesinde görüşme her yerine sevgili dostum, meslektaşım Av.Tahir Elçi'nin sindiği baro binasında gerçekleşiyor. Baro Başkan Vekili Av. Ahmet Özmen ve önceki dönem başkanı Av. Mehmet Emin Aktar soruşturmanın aksayan yanlarını, baroların ilgisizliğini anlatıyorlar, destek için 19 Aralık'ta bütün baro başkanlarını Diyarbakır'a çağırmışlar, pek çok baro katılmamış.
Toplantı sonrası katılmayan, ilgisiz kalan baroların içinde İzmir Barosu'nun da olduğunu öğreniyorum ve çok üzülüyorum. Bir baro başkanının suikastına bu kadar ilgisiz kalması nedeniyle İzmir Barosu yönetimini şiddetle protesto ettiğim notunu düşüyorum.
Anlatılanlar, sokağa çıkma yasağının Tahir Elçi cinayetinin de üstünü örttüğünü, soruşturma makamlarının cinayeti aydınlatma çabasında olmadığını gösteriyor; isim isim şikayette bulunulan polislerin şüpheli olarak değil tanık olarak ifadeleri alınmış, bir ay geçmesine rağmen soruşturmanın halen bir şüphelisi yok. Baro Başkan Vekili her şeye rağmen umutlu olduğunu, eski başkan da ne pahasına olursa olsun bu cinayeti çözecekleri kararlılığını ifade ediyorlar.
Sevgili Tahir Elçi, kolluğun karıştığı suçlarda, "polisi kim soruşturacak" diye sorardı, bu sorunun cevabını bulmak, tetikçiyi ve arkasındakileri ortaya çıkarmak ve yargılanmalarını sağlamak görevi bize kaldı.

Barış için herkesin yapacağı bir şey vardır;

Manzara acı verici, çok kötü; her geçen gün ölülerimiz artıyor, geride kalanlar ise duygusal kopuş yaşıyor, bölünüyoruz. Uzun uzun değerlendirme yapılabilir, önce kendi kendimize sormalıyız? Gerçekten bu ülkede tüm farklılıklarımızla barış içinde birarada yaşamak istiyor muyuz? Yanıtımız 'EVET' ise barış için her birimizin mutlaka yapacağı bir şey vardır. Bölünmenin önlenmesi, oluşan duygusal kopuşun tedavisi için, her birimiz kendimizi; çocuklarını yaşatmak için Sur'daki evini terk etmek zorunda kalan annenin, çocuğunun cenazesine dahi ulaşamayan babanın, korkusuz yaşamak ve okuluna gitmek isteyen liseli genç kızın yerine koymak zorundayız, empati kurmadan bu sorun çözülmez.
Benim gözlemim; silahların susması, ölümlerin durması için müzakere masasının bir an önce kurulmasından başka çıkar yol gözükmüyor. Sorunun demokratik tartışmayla çözümü için tavır almak zorundayız. Bunun için de öncelikle, Diyarbakırlıların abluka dediği sokağa çıkma yasaklarının kalkması gerekiyor. Geçen hafta yazdığım gibi sokağa çıkma yasakları zaten KANUNSUZ, barış için işe kanunsuz bir uygulamaya son verilmekle başlanabilir.

Biz de 30 Aralık 2015'de Diyarbakır'da okunan barış çağrısına ses vermekle başlayalım mı?
"Diyarbakır'dan bütün Türkiye'ye sesleniyoruz: Koşar adım iç savaşa gidiyoruz, farkında mıyız?
Vatanın bölünmesinden kaygı duyanlara sesleniyoruz: Vatan bölünüyor, yürekler bölünüyor, farkında mıyız?
Savaş kararı alanlara sesleniyoruz: Kan-ölüm-yıkım üzerine iktidar kurulmaz. Bir durun, bir görün, bir anlayın; savaş kararınız kurşun olup, bomba olup, ateş olup insanları öldürüyor, doğayı, tarihi, kültürleri, insanlık mirasını, dostluğu, kardeşliği yıkıyor; farkında mıyız?
Ortak vicdanı temsilen sesimizi duyurmak için buradayız: Eller tetikten çekilsin, silahlar susturulsun, ölmeye öldürmeye son verilsin. Acilen çözüm masasına dönülsün, Meclis de sürece dahil edilsin, demokratik ortamda oturup konuşulsun.
Aslolan ölüm değil hayattır; aslolan insandır, insanın özgürlüğü, insanın mutluluğudur. Artık yeter! Çocuklarımızı kurban etmeyin, bizleri kurban etmeyin; geleceğimizi, bin yıllık kardeşliğimizi kurban etmeyin.
Yarın çok geç olacak, farkında mısınız?"