13. yüzyılın ortaları, Horasan'dan gelip Anadolu'ya yerleşen Hacı Bektaş-ı Veli, kapısına gelen fakir halli kimselere yardım eder, kimseyi boş döndürmez. Bu durumu işiten ve yaşanan kıtlık nedeniyle zor durumda kalan çiftçi Yunus, evinde bir şey olmadığı için dağdan topladığı alıçlarla birlikte Hacı Bektaş-ı Veli'nin huzuruna çıkar.
Armağanını sunup "Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden verim alamadım. Ümidim şu ki bu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifaf(rızık) edelim" der. Hacı Bektaş, "öyle olsun" diyerek abdallara işaret eder ve Yunus'un getirdiği alıcı paylaşarak yerler. Yunus, birkaç gün orada eğlenir. Gideceği vakit Hacı Bektaş, "Sorun bakalım Yunus ne ister, buğday mı, himmet(nefes) mi?" der. Yunus geri dönmek için acele etmektedir. Buğday ister. Ne yaptılarsa da (himmet) almaya razı edemezler. Yunus, "Ben Himmet'i (nefesi) neyleyeyim, bana buğday gerek" diye tutturur. Hacı Bektaş, emreder ve Yunus'a buğdayı verirler. Yunus, aldığı buğdayla birlikte dergâhtan çıkıp gider.

Yunus gider gitmesine de, biraz yürüdükten sonra, işlediği hatanın büyüklüğünü anlar ve çok pişman olur. Dergâha geri dönerek Hacı Bektaş'a 'Buğdayı geri alın bana himmet(nefes) verin' der. Fakat Hacı Bektaş, "O iş şimdiden sonra olmaz. Biz senin anahtarını Tabduk Emre'ye verdik, varıp nasibini ondan alasın" der...

TRT 1'de, 44 bölüm olarak yayınlanan 'Yunus Emre ; Aşkın Yolculuğu' adlı dizide Yunus, yukarıdaki alıntıdan farklı olarak Tabduk Emre'nin dergâhının  bulunduğu Nallıhan'a kadı olarak atanır. Atama sonrası yola düşen Yunus Nallıhan yakınlarında Tabduk Emre ile karşılaşır, Yunus, henüz tanımadığı Tabduk Emre'nin konuşmalarından çok etkilenir. Bir süre beraber yolculuk eden ikilinin yolları ayrılır. Ama yollar yakın zamanda bir daha ayrılmamak üzere birleşecektir.
 
Yunus, kadı olarak göreve başlar başlamaz bir cinayete tanıklık eder. Tesadüf ki cinayeti işlediğini düşündüğü kişi Tabduk Emre'nin dergâhından bir derviştir. Yunus ile Tabduk Emre burada tekrar karşılaşır ve Yunus artık sık sık Tabduk Emre'nin dergâhına gelerek onun sohbetini dinlemeye başlar.
Daha sonra ise kadılıktan istifa ederek, dergâhta kalmaya başlar. Tabduk Emre, bir gün 'Taptuğun tapusunda kul olduk kapusunda/ Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdülillah' diyecek olan Yunus'a pişip olgunlaşması için sürekli görevler vermektedir.
Bir gün Nallıhan sokaklarında su dağıtan Yunus, diğer gün dergâhtan kaçan köpeği bulup getirmekle görevlendirilir... Her görev Yunus'u Yunus Emre olma yolunda ilerletmektedir. Bir gün çarşı esnaflarından bir zat, tapu anlaşmazlığı ile ilgili bir sorunun çözümü için Tabduk Emre'den yardım ister. Yunus, Tabduk Emre'ye 'Ben eski bir kadı olarak bu konuları çok iyi bilirim isterseniz ben çözeyim bu konuyu der' Yunus'un her şeyi ben bilirim tarzı yaklaşımına çok kızan Tabduk Emre, Yunus'a; 'Bundan sonra sen 'ben bilmem zikri çek' kim ki bir şey sorar ise ben bilmem de. Kim ki her ne konuda olursa olsun, fikrini söylemeni ister ise ben bilmem de, bu zikri dilinden düşürme' der. Yunus o günden sonra yeni bir görev verilene kadar kim ne sorarsa sorsun 'ben bilmem' cevabını verir.
  
Şimdi bunu niye anlattın diyeceksiniz. Bilmem. Yazacak pek bir şey olmadığından olsa gerek. Ülkede olup bitenler malumunuz. Herkes her şeyi biliyor. Hem bildiklerinden öyle eminler ki başka bir düşünceye tahammülleri bile yok. Her şey savruluyor. Ne oluyor, nereye gidiyoruz kimse bilmiyor. 'Sen gazetecisin neler oluyor, memleketin hali nice olacak diyorlar' Oysa kimsenin kimseyi dinlediği yok. 'Sen bilirsin anlat hele' diyenler aslında sana bildiklerini anlatmak derdinde. Hal böyle olunca Yunus Emre'nin dediği gibi 'ben bilmem' diyorum, 'ben bilmem...' Herkesin her şeyi bildiği, bildiğini sandığı bu ülkede insanın 'Ben bilmem'den başka söz söyleyesi gelmiyor...