Arada bir kitaplığımı yeniden düzenler, daha önce okuduğum kitaplarda altını çizdiğim satırlara yeniden bir göz atarım. Bu eylem beni bazen neşelendirse de çoğu zaman hüzünlendirir. Bu kez, ülkenin içinde bulunduğu genel durumdan olsa gerek, Bertrand Russell'ın Politik İdealler adlı kitabı dikkatimi çekti.
Üniversite ikinci sınıfta okuduğum bu kitapta altını çizdiğim ilk cümleler şunlar olmuş: '... Politikanın amacı her bireyin yaşam standardını mümkün olan en iyi seviyeye çıkarmak olmalıdır... Bu nedenle işe, herkesi aynı kefeye koymamakla yani bireysel farklılıkları kabul etmekle başlayabiliriz. Her türden insanın önüne bir kalıp koyup sonra da insanlardan nasıl olursa olsun bu kalıba uymalarını isteyemeyiz. Bu sabırsız bir yöneticinin idealidir. Kötü bir öğretmen, karşısındakilere kendi fikrini zorla kabul ettirmeyi, tartışılabilir bir konu üzerinde aynı cevapları veren bir öğrenci profili meydana getirmeyi amaç edinir...'

'Politikanın amacı bireyin yaşam standardını mümkün olan en iyi seviyeye çıkarmak olmalı' diyor Russell, bu cümleleri bugün, bu ülkede, hem de bu şartlar altında yeniden okuyor olmak insanın yüzünde acı bir tebessümün belirmesine neden oluyor. Politikacıların yaşamdan değil sürekli ölümden dem vurduğu bu ülkede insanların büyük çoğunluğu yaşam standartlarının yükseltilmesini geçti, var olan durumun daha da kötüleşmemesi için dua eder hale geldi.
Çünkü politikacıların idealleri politik olmaktan çıktı, bambaşka ideallere dönüştü. Demokrasi amaç değil, gidilecek yere kadar kullanılan bir tramvay, bir araç olarak görülüyor. Bireysel farklılıklar ise zenginlik değil, yok edilmesi gereken olgular haline getirildi.

Tek boyutlu insanların oluşturduğu bir toplum yaratma ve bu toplumu tek başına yönetme amacı ile yanıp tutuşan ve bunun için her yolu mübah gören politikacılar, amaçlarını gizleme gereği dahi duymuyor. Ülke yönetilmiyor, adeta rüzgâr değmiş bir karahindiba gibi. Bürokratlar, valiler, belediye başkanları, hatta sıradan vatandaşlar bile iktidara sırtını dayamış olmanın yarattığı güç sarhoşluğundan olsa gerek, kendilerini kanunların üzerinde görmeye başladı.

Öyle ki sandıktan aldıkları güç ile halk için değil kendileri için ideal bir politik alan yaratanların tek bir sözü ile yapamayacakları şey yok. Bütün kamu kurumları kontrol altında. Özel sektör ise otosansür konusunda birbiri ile yarışıyor. Aykırı tek bir ses bile çıkmıyor, çıkan sesler ise hemen susturuluyor.  

Ülkenin içinde bulunduğu bu keyfi durum bana Cevat Fehmi Başkut'un 'Buzlar Çözülmeden' adlı tiyatro oyunundan uyarlanan 'Deli Deli Küpeli' filmini hatırlatıyor. Akıl hastanesinden kaçan iki kafadarın kar nedeniyle yolları kapanan ilçede halk tarafından kaymakam ve yardımcısı zannedilmesi konusunun işlendiği, başrolünde Kemal Sunal'ın yer aldığı filmde bu iki kafadar ilçeyi karlar eriyip yollar açılana kadar tam manasıyla kafalarına göre yönetir. Hatta bir sahnede tartıda hile yapan esnafı yargılamadan asmaya bile kalkarlar fakat asmaktan son anda vazgeçerler. İki kafadar için kanun, yok hükmündedir; ama bu kanun tanımazlık durumunu kendi çıkarları ya da idealleri için değil, Russell'ın da dediği gibi ilçede yaşayan her bireyin yaşam standardını en iyi seviyeye çıkarmak için yani halk için kullanırlar...

Ülke bugün de filmdekine benzer bir anlayışla yönetiliyor. Ne hak ne de hukuk tanınıyor. Ama bir fark var, filmde gücü elinde bulunduranlar, bu gücü şahsi çıkarları için değil halkın mutluluğu için kullanıyordu. Bugün ise ülke kendi mutluluklarını başkalarının sefaleti üzerine inşa edenler tarafından keyfi olarak yönetiliyor.
Politikacısından tutun, memur ya da işçisine varana kadar hemen herkesin en büyük idealinin kendi çıkarlarını korumak olduğu bir ülkede birilerinin büyük "idealleri" için küçük çıkarları olan insanları kullanması çok da zor olmasa gerek. Zor mu?