Bayramda eşimle eski memleket Londra'daydım. Burada eşimle gidilecek çok yer vardı. Ancak önce Victoria Garden Parkı'nda bir bankı görmek istiyordum. Bu bank ile ilgili haberi bu kadar İngiliz gazetesi dururken Washington Post gazetesinden bir muhabir yapmıştı.
Sabah erkenden Richmond'dan trene atlayıp Londra'nın merkezinde Thames Irmağı'nın kıyısında İngiltere Parlamentosunun binası Westminster Sarayı'na komşu parka gittim. Okuduğum haberdeki fotoğraf geçekti.
Parkın güzel bir köşesinde ahşap bir oturma yerinin sırt yerinde THE 'HAPPY TO CHAT' BENCH. SIT HERE IF YOU DON'T MİND SOMEONE STOPPİNG TO SAY HELLO' yazısı vardı. ('Sohbet Etmekten Mutlu Olurum' Bankı. Eğer birisinin size merhaba demesinde mahzur görmüyorsanız buraya oturun.)
Yalnızlıkla baş edemeyen toplumların buldukları basit ama insancıl bir çözüm. Hem seviniyor hem üzülüyor insan.
İngiltere'nin Avon ve Somerset Emniyeti'nden dedektif çavuş Ashley Jones, önerdiği ve kabul ettirdiği bu projeyi şöyle anlatıyordu:
Yaşlıların dolandırılması ile ilgili çok ihbar ve şikayet alıyoruz. Yaşlı ve yalnız bir hanımefendinin her sabah bir adam tarafından arandığını, dostluk kurduğunu ve nihayet kendisinden ödünç paralar isteyip, 25 bin sterlin kadar aldıktan sonra ortadan kaybolduğunu öğrendik. Bu kibar ve olgun hanımefendi ile konuşurken çok çok üzüldüm. Çünkü hanımefendi 'Paraya üzülmüyorum' dedi. 'Yine konuşacak bir kimsemin kalmamasına üzülüyorum. O arayıncaya kadar haftalarca kimse kapımı çalmamıştı. Bir tek kelime bile etmeden yatağa girdiğim günler oluyordu.'
Çavuş Jones işte bunun üzerine parklardaki banklardan bazılarına bu yazıların konulmasını ve bu bankların gözlem altında tutularak kötülüklerin önlenmesini önermişti.
Proje başarılı oldu. Haberdar olan diğer emniyet müdürlükleri de projeyi uygulamak istiyorlardı. Çünkü İngiltere'de 9 milyon kişi yalnız yaşıyordu.
Projenin ilk gününde Londra Polisi bu banka önce Çavuş Jones'in oturmasını rica etti. Tabelayı gören 82 yaşında Amerikalı bir turist hemen yanına oturdu. Yarım saate yakın oturdular, konuştular. Çavuş 'Benim için de hem güzel bir sohbet, hem de deneyimli bir insandan birçok şey öğrenme fırsatıydı' diyordu.
New York'ta ve birçok Amerikan kentinde de başlatıldı proje. Benzer bir proje Afrika'da Zimbabwe'nin başkenti Harare'de farklı biçimde farklı bir hedef ile uygulanıyor. Sıkıntı, yalnızlık ve depresyonla baş edemeyen fakirlerin ve de özellikle gençlerin psikiyatriste gitmeye ne paraları var ne de istekleri.
Genç ve idealist bir psikiyatrist hanım Grannies (Büyükanneler) adlı bir grup kurdu. Yaşlı ve deneyimli büyükanneler doktorun da yardımıyla parklarda kendilerine ayrılan banklarda tanıtıcı bir giysi ile oturuyor ve karşılık beklemeden onları dinliyor, destek oluyor, yol gösteriyorlar.
Tabii ki burada da anahtar kelime 'yalnızlık' diye düşünürken birden hatırladım. Bayramdı ve babam İstanbul'da yalnızdı... Aradım konuştum. Sonra dayanamadım, sordum: Baba yalnız mısın?..  Babam iç çekti... Konuşmadı. Önce şu notu gönderdi:
Kimse alışamaz yalnızlığa. İyi bilirim yalnızlığı... İyi bilirim bütün gecenin yemeğini tek tepsiye sığdırıp televizyonun karşısına geçmeyi. İyi bilirim cevap vermeyen duvarlarla konuşmayı.
Sevmiyorum yalnızlığı. Birlikteliği, paylaşmayı, dostluğun berrak sularında yıkanmayı, yokuşta birlikte yol almayı diliyorum.
Altı yastıklı televizyon tepsisinin üzerindeki desen papatyalar konuşuncaya kadar, sarı bir kurdele iliştireceğim ucuna, özlem için...


Daha sonra da kendi yazdığı köşe yazılarından alıntılar gönderdi:
Yıl 1989. Londra'da East Sheen'de Gilpin Sokağı'nda baharın mor salkımlarının keyfi ile ana caddeye doğru yürürken bir evden bir inilti duydum. Yaşlı bir kadın sesiydi bu. Ağlıyordu, inliyordu. Yoldan geçen başka birisi ile birlikte kapıyı biraz zorlayıp açtık. Yaşlı kadın kötürümdü. Tekerlekli arabası ile tuvalete girerken takılmış ve sandalyesinden düşmüştü. Sandalyesine tırmanmaya çalışıyordu. Evde yalnız olduğu için de korku içindeydi. İki kişi birlikte onu sandalyesine oturturken, o elleri ile yakamıza yapıştı. Ağlıyordu. Bizi bırakmak istemiyordu. Çünkü iki dakika sonra yine yalnızlık ile baş başa kalacaktı...

***

Milattan Önce 7'nci yüzyılda yaşayan matematikçi Pisagor, yaşamının bir döneminde, kendisini o kadar yalnız hissetmişti ki, genç bir öğrenciye, kendisini dinlemesi karşılığında her gün 3 oboli ödüyordu... Sınamak için, bir süre sonra artık ona ödeyecek parası kalmadığını ve dersleri bitirmek zorunda olduğunu söyledi. Öğrenci 'Öğrenmek için ben size para ödemeye hazırım' deyince Pisagor'a sanki dünya armağan edilmişti. Hala bir değeri vardı. Belki de yalnız kalmayacaktı.

***

Bu sözün sahibi ise bilinmiyor: Küçüklüğümde, hayali iki arkadaş yaratmıştım. Ancak onlar da, benimle değil, sadece birbirleriyle oynamak istiyorlardı...

***
Ve kendisine ait eski bir köşe yazısı ile yalnızlık dosyasını kapadı:
Bütün gününü, kalmakta olduğu İskoç kasabasında, eski şatonun yanındaki meyhanede geçirmektedir yalnız adam. Birasını yudumlar, sigara dumanlarının bulutları arasından pencerenin dışındaki dünyaya dalar.

Bu sessiz yabancının masasına kimse oturmaz. Bütün gününü orada geçirdikten sonra, meyhaneci kapatırken toplanır ve düşer pansiyonunun yoluna.

Meyhanecinin ilgisini çeker yalnız adam. O da yalnızlığın acısını iyi bilenlerdendir. Bir gece, kapatırken, sessiz adama işaret eder, kalıp birasına devam etmesi için. Meyhaneci de yabancının masasına ilişir. Kendine de bir bira doldurur ve kaldırır bardağını yalnız insanlar şerefine. Yabancı da gülümser, kaldırır bardağını.

Şöminenin kaşına geçerler. Acının hikmetini ararlar coşkun ateşin gölgelerinde. Sessizce kaldırırlar kadehlerini yeniden, bilmem kaçıncı kez. Hiç konuşmadan geçirirler saatlerini. Odunların çıtırtıları gevezelik eder, sadece.

Sahne her gün tekrarlanır artık. Meyhaneci de, yabancı da bağlanırlar birbirlerine. Sessizce sürer yalnızlıkta ortaklık.

Nihayet bir gün, bozacaktır sessizliğini yabancı, odunların da seslerini kestiği bir anda. Yüreğindeki acıları döker ortaya yabancı ve giderek coşar. Nihayet gözyaşlarına boğulacaktır anlattıkça. Seyrek uzun saçlarından terler akar kocaman siyah gözlerinin çukuruna. Burnundan süzülür ateşe ter damlaları, tıp, tıp, cızzz... Kâh öfkelenir lanet okur birilerine yumruklarını sıkarak, kâh tükürür birilerine nefretle. Sonra yumuşar, ellerini ovuşturur, geride bıraktığı sevdiklerini anarak.
Meyhaneci sevgi ve saygıyla dinler dostunu. Arkasını sıvazlar. Ellerini tutar dostça. Sonra birlikte sığınırlar sabahın umut ışıklarına.
Meyhaneciye gelir yürek boşaltma sırası. O da boşaltacaktır içini, adını bile sormadığı yabancı dostuna. Şöminenin üzerindeki resimleri alıp, birer birer okşayacaktır, silecektir gömleğinin kolunun ucuyla, bir yandan anlatırken.  İskoç eteğinin altındaki kalın ve güçlü bacaklarının tüyleri tutuşacaktır neredeyse, şömineye abanırken. Şöminenin tepesindeki kadının resmine ne meyhaneci bakacak, ne de yabancı soracaktır kim olduğunu. O kıvırcık saçları ve ak çizgilerle kırçıl, uzun sakallarının arasında kaybolan ağzından, gür ve tok sesler çıkmaktadır meyhanecinin. Sanki o da küfürler savurmaktadır sonunda, lanetli kaderine.
Artık bir yabancı, bir de meyhaneci konuşur sırayla ve coşkuyla. Saygı ile dinlerler birbirlerini. Birbirlerinin gözlerinin tam içine dikerler gözlerini.
Nihayet korkulan gün gelir, çatar. Yabancı bir başka gurbetin yolcusudur artık. Saatlerce ağlaşırlar iki dost. Sarılırlar birbirlerine, yüreklerini kenetleyip.
O gün açmayacaktır meyhaneyi, meyhaneci. Dostunun yasını tutacaktır.
Yabancı, Andalusyalı şair Pedro Garfias'tır.  Bir İskoç limanından gemiye binecek ve gurbete, Meksika'ya doğru yol alacaktır...
Bu öyküyü Pablo Neruda'nın 'Yaşadığımı İtiraf Ediyorum' adlı otobiyografisinden almış, kendim işleyip süslemiştim, haddim olmayarak.
Öykü gerçek. Ölüm tehdidi karşısında İspanya iç savaşından kaçan şair Garfias'ın öyküsü.
Ancak bu öykünün şaşırtıcı ve vurucu yanı, yabancı ile meyhanecinin birbirlerinin dillerini bilmemeleri gerçeğidir.
Ne meyhaneci İspanyolca bilir, ne de şair İngilizce. Anlattıkları yürek öykülerini, birbirlerinin yüreklerine kelimelerle değil, duygularla ulaştırırlar.
Yürek öykünüz güçlü ve yalın ise, kelimelere bile ihtiyaç yok demek. Üstelik Paolo Coelho'ya göre, yaşamda takılınan bir noktayı aşabilmek için, insan, yaşam öyküsünü, yani yürek türküsünü, 'tanımadığı' bir insana anlatması gerekir.
Özelikle yaşı ortaları aşanlar için yaşam öyküsü, zaman içinde ağır bir duygu bavulu haline dönüşür. Bu bavul yükünü aldıysa eğer, açıp boşaltmak insanın yürek tutsaklığını sona erdirebilir, yalnızlığını da

***
Hiç olmazsa Türkiye'de böyle sohbet banklarına ihtiyaç olmamasını ve hiç kimsenin yalnızlık yaşamamasını diler, bayramınızı sevdiklerinizle, dostlarınızla birlikte  geçirdiğinizi umarım.