Aladağ'daki yurt faciasından sonra kuzenim Şuayip Şimşek, 'Küçükken Aladağ için, buralardan devletin haberi yok da Allah'ın haberi var mı acaba diye düşünürdüm... Böyle mi duyulacaktı böyle bir ilçenin varlığı. Hayatını kaybeden kardeşlerime Allah'tan rahmet ailelerine sabır diliyorum...' diye yazmıştı sosyal medya hesabında. Benzer duygular içindeydim o an, aklıma çocukluğum geldi.
Henüz 10-15 yaşında annesinden, babasından, sıcacık evlerinden uzakta, kilitli kapılar ardında kor ateşler içinde yanarak hayatını kaybeden o küçük kızlarımız geldi aklıma, ağladım. Bir baba, 'Benim kızım kayıp' diyor, çaresizce alevlerin sardığı yurt binasına bakıyordu, kendimi o babanın yerine koymaya çalıştım, ağladım.

Nasıl ağlamaz insan, nasıl yanmaz yüreği. Aynı yollardan geçtik o çocuklarla, aynı sulardan içtik. Onların yerinde bizler de olabilirdik. Bizim köy Aladağ'a beş kilometre uzaklıkta. Adı Kabasakal. Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün öğrencilerin aynı sınıfta eğitim gördüğü önünde kocaman bir bahçesi olan bir okulumuz vardı. Bahçeye diktiğimiz fidanlarla birlikte büyüdük biz. Kışın diz boyu kar yağardı, dereler, yollar buz tutardı. Okulun yakacak ihtiyacını köylü karşılardı. O odun bitse de sorun olmazdı. Her sabah koltuğumuzun altına birer odun alır öyle gelirdik okula. Akşama kadar sıcacık olurdu okulumuz. Akşam her çocuk evinde uyurdu. Annesinin dizlerine yatardı çocuklar, anne dizi beşikti. Babasının horlama sesiyle dalardı en güzel uykulara; ki ninni gibi gelirdi o ses -kendimden biliyorum- çocuklara, huzur verirdi.

Bu yaşananlar bir bizim köye mahsus değildi elbet, yangında hayatını kaybeden küçük kızlarımızın köylerinde de benzer şeyler yaşanıyordu. Onlar da köylerindeki okullarında gürül gürül yanan sobanın etrafında ders görüyorlardı. Onlar da her akşam annelerinin ellerinin sıcaklığını duyarak dalıyorlardı uykuya, babaları üzerlerini örtüyordu her gece.   

Ne olduysa köy okullarının kapatılıp taşımalı eğitim sistemine geçilmesinden sonra oldu. Köy okulları kapatıldı, çocuklar Aladağ'daki okula taşınmaya başlandı. Yakın köylerdeki öğrenciler okula servislerle gidip geliyordu artık. Uzak köylerdeki öğrenciler ise ilçedeki yeni yapılan devlet yurduna yerleştirilmişti. Anneden, babadan, yoksul ama sıcak evlerinden uzakta  
yurdun bir türlü ısınmayan duvarları arasında geçiyordu günleri. Her akşam arkamızdan bakarlardı o çocuklar. Yurt binasının soğuk koridorlarında kaybolurlardı sonra. 

Yeni yapılmasına rağmen ilçedeki tek devlet yurdu geçtiğimiz yıl yaz aylarında 'depreme dayanıksız' olduğu gerekçesi ile yıkıldı. Çocuklarını okula göndermek isteyen yoksul köylüler için 'Süleymancılar' tarafından işletilen yurttan başka seçenek kalmamıştı. 'Burası tek yurttu. Eleştirme şansımız da, başka seçeneğimiz de yoktu...' diyor ya bir baba. Gerçekten de öyle idi. Başka seçenekleri yoktu o çocukların. Ya okumaktan vazgeçip evlerine dönecekler, ya da istemeseler de bu yurtlarda kalacaklardı. Kaldılar. Geceleri birbirlerine sarılarak uyudukları, içi ahşap (lambiri), zemini ise halı döşeli o yurtta, daha ne olduğunu bile anlayamadan alevler içinde kalıp yandılar.

'Bizim çocuklarımız yurtsuzluktan yandı. Yurdumuz olsaydı yanmazdı çocuklarımız' diyor başka bir baba... Sesi titriyor. 
Ama yoktu işte, yurt yoktu, gören, bilen, soran yoktu.  
Okul servisi şoförünün 'siz liselisiniz' diyerek servise almadığı 5 kilometrelik okul yolunu yürüdüğümüz o öğrencilik günlerinde, kendimize sık sık sorduğumuz 'Buralardan devletin haberi yok da Allah'ın haberi var mı acaba?' sorusu bugün yine dilimizde. Şimdi belki birkaç gün belki bir ay daha hatırlarlar, sonra nasıl unuttularsa Soma'yı, Konya Taşkent'i... Aladağ'ı da unuturlar, unuttururlar.

'Bu devran böyle gitmez, Bir gün hesap sorulur' diyor, Ruhi Su, 'Aladağ' türküsünde. Hesap sorulur mu bilinmez ama 
gayrı serin olamaz bu dağlar. İlçenin girişinde gelenleri karşılayan, 'Serin Olun Aladağ'dasınız' yazılı tabelalar da yitirdi artık anlamını. Ateş düştüğü yeri yakar derler ya. Yakındır dağ başı yalnızlığıyla baş başa kalır yine, içten içe yanar durur artık Aladağ...