"Günaydın,' dedi küçük prens.    
'Günaydın,' dedi demiryolu makasçısı. 'Burada ne yapıyorsunuz?' diye sordu küçük prens. 'Binlerce yolcunun gitmek istedikleri yöne gitmelerini sağlıyorum,' dedi makasçı. 'Trenlerin kimini sağa, kimini sola gönderiyorum'    

Gök gürlemesini andıran bir sesle geçen ışıklı bir ekspres treni makasçının kulübesini sarstı. 'Ne kadar da hızlı gidiyorlar?' dedi küçük prens. 'Neyin peşindeler?' 'Bunu o trenin makinisti bile bilemez,' dedi makasçı. Yine pırıl pırıl ışıklı bir ekspres, bu kez ters yöne hızla geçti. 'Bu kadar çabuk mu dönüyorlar?' diye sordu küçük prens. 'Yo yo, bu başka,' dedi makasçı. 'Bu bir tür değişim.' 'Bulundukları yerde mutlu değiller mi?' diye sordu küçük prens. 'Kimse bulunduğu yerde mutlu değildir', dedi makasçı. Üçüncü bir trenin, gök gürültüsünü andıran bir sesle geldiğini duydular. 'Daha önce geçenleri mi kovalıyorlar?' diye sordu küçük prens yine. 'Hiç kimseyi kovalamıyorlar,' dedi makasçı. 'Uykudalar şimdi. Uykuda değillerse bile esniyorlardır. Yalnızca çocuklar burunlarını cama dayamışlardır.' 'Yalnızca çocuklar neyin peşinde olduklarını biliyorlar,' dedi küçük prens. 'Paçavradan bir bebekle saatlerce oynarlar ve o bebek çok önemli olur onlar için ve eğer birisi onu ellerinden almaya kalkarsa ağlarlar...' 'Şanslılar' dedi makasçı..."
Antoine de Saint-Exupéry'nin Küçük Prens adlı ünlü kitabında, altı ayrı gezegen dolaştıktan sonra dünyayı ziyaret eden Küçük Prens'in makasçı ile arasında geçen bu konuşmada, çocukların gözünden biz büyüklerin dünyası anlatılıyor.  Çocukları yok saydığımız, el birliği ile her gün biraz daha yaşanmaz hale getirdiğimiz bu renksiz, sevgisiz, yarınsız dünya...

Küçük bir çocukla konuşmak büyüklerle konuşmaktan daha zordur. Çünkü cevap veremediğiniz sorular sorarlar; çevreye, hayata dünyaya ve insana başka bir pencereden bakar onlar, net cevaplar isterler. Sınırları anlatamazsınız mesela onlara, savaşa neden ihtiyaç duyulduğunu, nefreti, kini, ırkçılığı anlatamazsınız. Bulundukları yerde mutludurlar, mutsuzluğu, nefreti, kini, adaletsizliği, ötekileştirmeyi yarattığımız korku tünellerinden geçerken öğreniyorlar. Yaşadıkları yere benziyorlar sonra, yaşamayı öğrendikleri çevreye, biz insanlara.

Daha iki gün önce Dünya Çocuk Hakları Günü adı altında etkinlikler düzenlendi. Bilindik açıklamalar yapıldı. Birkaç kolejde, okulda, tiyatro gösterisi vb. etkinlikler düzenlendi, ezber edilmiş metinler okundu. Peki, ne oldu sonra! Sonra; dört yaşındaki Sena'nın buz kesmiş cansız bedeni vurdu kıyılarımıza, kırmızı ayakkabılarının biri yoktu küçücük ayağında; Sena ile aynı kaderi paylaşan belki de yüzlerce çocuktan biri olan 2 yaşındaki Aylan'ı tekrar hatırladık. Bir diğer çocuğun domuz bağı ile bağlandıktan sonra başı ezilerek öldürüldüğü haberi geldi Kütahya'dan...
Trenler gelip gidiyor, otobüsler, arabalar, vapurlar... Mendil satan çocuklar hâlâ köşe başlarında, metro girişlerinde gözlerimizin içine bakıp 'bir mendil alır mısınız?' diye soruyorlar. Birçoğumuz gözlerine bile bakmadan geçip gidiyoruz yanlarından.

Biz onların gözlerimizin içine bakarak sordukları sorularına cevap veremedikçe onlar kendilerine Küçük Prens gibi neyin peşindeler? Neden bu kadar duyarsızlar? Neden bu kadar kötüler? Neden yaşadıkları yeri cehenneme çeviriyorlar diye soruyorlar mıdır acaba? Bence soruyorlardır? Peki, biz neden sormuyoruz bu soruyu kendimize, neyin peşindeyiz biz? Neden unuttuk kendimize bu tür sorular sormayı, nasıl bir dünya hayal ediyoruz, nereye koşuyoruz böyle. Biz dünün çocukları, hiç mi sevmiyoruz çocuklarımızı?
Ve bir soru daha; 'Büyüklerin bunca uzun yaşadığı bir ülkede, Bir onur dersi midir çocukların ölümü?'