Hafta sonu Avrupa’yla yaşanan krizde biraz duygusaldım. Kızım bu dönem Roma’da okuyor. Gerçi şimdi Prag’da gezide. Önce onun için endişelendim. Sonra yurttaki oda arkadaşının bu dönem Hollanda’da olduğunu hatırlayıp, onun için de endişelendim. Amsterdam’da gönüllü rehberlik yapan Sivas’lı taksi şoförünün tedirginliğini hatırladım, onun için üzüldüm. Son olarak, bir dönem Hollanda’da diplomat olan arkadaşlarımızı düşünüp, başka bir göreve geçtikleri için şükrettim.
Schengen bölgesine vizesiz gitmeyi umarken, bölgeye 10 yıl boyunca giremeyecek bir bakanımız oldu. Sanırım vizesiz gitmek bir tarafa, daha da uzun sorgulamalara maruz kalacağımız bir süreç başladı. Tamiri mümkün olsa da, maalesef uzun sürecek gibi.

Nedenleri konusunda hepimizin tahminleri var. Mesela Yılmaz Özdil, evet propagandası için “Batı’nın çirkefliğine meydan okuyan küçük Türk kızı” temalı bir reklam filminin, “tee” Şubat ayı başında çekilmiş olduğunu söylüyor. Yine öğreniyoruz ki, Türkiye 3 aydır NATO çalışmalarını yavaşlattığı için şikâyet edilmiş. Avrupa’da, aşırı sağın yükselişte olduğu birçok ülkede seçim var. Ve daha birçok yan neden de var, yani bu kriz eğer planlanmış değilse bile, en azından bekleniyordu.
Çift kutuplu dünyanın bitişiyle, bir antitez kalmadığını yazmıştım. Küreselleşmeden zarar gören orta gelir ve düşük kültürlü seçmen gruplarının içe kapalı vasatizm modellerine yöneldiği belliydi. Ama bunun dış politikaya nasıl yansıyacağı belirsizdi, hala da belli değil.

Dünya ekonomik merkezi Pasifik bölgesine doğru kayarken, ABD bununla mücadeleye hazırlanıyor. AB yaşlanmış nüfusu ve yavaş bürokrasisi nedeniyle zorda, zengin ülkeler daha az zengin ülkelerin yükünden rahatsız. Rusya sadece hammadde ihracatçısı, bu yüzden askeri açıdan güç gösterileri peşinde. Güney Amerika ve Afrika’da ortaya çıkabilecek bir güç odağı yok. Yani aslında bir kaos var.

Türkiye bu kaos ortamında, birkaç seçeneğe sahip. ABD ve NATO, başta güney sınırımız olmak üzere, eğer kötü niyetli değilse, güvenliğimizi hiç önemsemiyor. Bu yüzden Batı’nın belirlediği dış politikamızın sonuna geldik, bu doğru. Yani artık, Kore ya da Afganistan’da kullanılabilecek ucuz ordu gücüne dayalı bir çıkar birlikteliği bitiyor.
Rusya son derece değişken, her zaman kendi çıkarlarını maksimize eden, manipülatif ve güvenilmez bir devlet. Tarihte de rakibimiz, Avrasya’da da güçlenmemizi istemez, ne zaman yanaşsak, hem onlardan, hem Batı’dan ceza alırız. Bu yüzden Rusya da, Şangay Beşlisi de seçenek değil. Çin için bir lojistik üssü olabiliriz, ama onlar bakir Afrika’ya odaklılar.
Bu kaotik ortamda, yalnız ve güzel ülkemiz, gerçekten daha da yalnız. Evet, dünya da karmakarışık da, bunda bizim hiç suçumuz yok mu? AKP iktidarının ilk yıllarında herkesin methiyeler düzdüğü ülkemiz, ne oldu da 2010’dan itibaren bu kadar yalnızlaştı? Ne oldu da, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne rekor oyla seçilirken, “dünya 5’ten büyüktür” yalnızlığında, sonraki seçimlerde esamimiz okunmadı?
Dünyanın her yerinde, her zaman, dış politika iç politikada propaganda aracı olmuştur. Özellikle otoriter ve totaliter devletler, iktidarlarını dış düşmanlıklar üzerinden pekiştirmişlerdir. Başta kontrol altındaki medya, dış düşmanlar değişse bile, ülkeyi sürekli bir alarm düzeyinde tutar. Orwell’in 1984 romanında bu harika bir şekilde hicvedilir.
Devletlerin birbirleriyle dostlukları olmaz. Milletlerin yakınlıkları olabilir, ki bu da istisnadır, ama devletler her zaman bir çıkar mücadelesi içinde olurlar. Zaman zaman ortak çıkarları için ittifaklar kursalar da, her devlet sadece kendi çıkarlarına odaklıdır.

Bu çerçevede, bizim de gerçekçi olmamız lazım. Dünya darmadağınken, biz ne yapacağız?
Kurucumuz Ulu Önder Atatürk, “tam bağımsızlık benim karakterimdir” demişti. Ve o dönemde bunu “yurtta sulh, cihanda sulh” prensibiyle uygulamaya çalışmıştı. Ama Hatay’ın vatan topraklarına katılmasını da sağlamıştı.
Tam bağımsızlık fikri, uzun süredir demode, uluslararası ilişkiler teorisinde interdependency, yani karşılıklı bağımlılık prensibi ana fikir. Barışın bu sayede mümkün olduğu düşünülüyor. İsviçreli bankacıların sözündeki gibi, “en iyi güven tarafların birbirlerinin boğazını tuttukları zaman gerçekleşir” düşüncesi hâkim. Bunun için de, deterrence- caydırıcılık kavramı devreye giriyor.

Ne kadar caydırıcı olabilirseniz, o kadar tam bağımsız olabilirsiniz. Ve bunun birçok kriteri var. Bunlardan biri coğrafi izolasyon. Mesela ABD iki okyanus tarafından korunuyor, İngiltere bir ada devleti. Bizim durumumuz bu açıdan çok vahim. İkinci konu ekonomik dinamizm. Tasarruf eden, bunu üretim için yatırıma dönüştüren, eğitimli işgücüne sahip, ve ihracat fazlası veren bir ekonomi. Mesela Almanya, Japonya ve Kore gibi ülkeler. Bizde tasarruf yok, ekonomi hane halkı borçlanmasıyla dönüyor, yatırım inşaat zannediliyor, eğitimimiz kötüye gidiyor, son krizlerle dışa açığımız büyüyor. Üçüncü konu, caydırıcı bir ordu, Rusya ve ABD örnekleri gibi. Bizimki gibi bir coğrafyada, Ergenekon ve Balyoz’la en kıymetli subayları tasfiye edilen, daha sonra 15 Temmuz’da kıymetsiz subaylarını da kaybeden bir ordumuz var. “Donumuzu bile ABD veriyor” noktasından daha ilerideyiz, savunma sanayimiz toparlanıyor. Ama Çin ya da Rusya’dan silah almamız hala çok zor.
Eğer bunlar yoksa, tam bağımsızlık için çok iyi bir diplomasiniz olmalı. İsviçre, ya da Benelux ülkeleri gibi,  üretken bir ekonominiz varsa, bu daha kolay. Ama şart da değil, nitekim, elinde yukarıdakilerin hiçbiri olmayan Atatürk, askeri ataşeliklerden de gelen kültürüyle, onurlu bir diplomasi yoluyla hem tam bağımsızlığı, hem de dünyadaki her ülkenin saygısını kazanmayı başarmıştı.

Evet, NATO bize Avrupa ülkeleri üzerinden mesaj veriyor. NATO’dan ayrılma olmasa bile, uzaklaşma ihtimaline karşı bilek güreşi yapılıyor. Evet, referandumda ülkeyi çok otoriterleştirecek, demokrasiye çok zarar verecek AKP teklifinin kazanmasını istemiyorlar. Ve aslında itiraf edelim, bütün vatandaşlarımızın bilinçaltında bir gün Avrupa’nın “nimetlerinden” faydalanma arzusu var, buna da oynuyorlar. Ama biz bunları okuyup, strateji geliştireceğimize, ekonomimizi toparlayacağımıza, mızıkçı çocuklar gibi kavga çıkarmanın, devlet mesajlarını sokak ağzıyla iletmenin, ve zaten çok yıpranmış olan güvenilirliğimize daha da zarar vermenin ötesine geçemiyoruz.
Kim yazdı hatırlayamadım, ama “diplomasi güreş değildir” demiş. Çünkü diplomasi kavga değildir. Eskrim olabilir belki, ama diplomasiyi en çok satranca benzetebiliriz. Ve bağırmak zaten yasaktır, sizi bir daha oyuna da, masaya da almazlar, her zaman sakince oynayanlar kazanır. İngilizler gibi, Ruslar gibi, ince nüanslar, planlı ataklar ve stratejiyle. Stratejik derinlik fiyaskosu da dahil, son zamanlarda strateji yerine taktiklerle yetiniyorduk, artık tak tuk üslubu egemen oldu.
Oysa, Osmanlı hayranı olanların, Ömer Seyfettin’in “Pembe İncili Kaftan”ını da okumuş olduklarını ummak çok mu iyimser? Onurlu bir dış politikanın ancak zarafetle mümkün olduğunu kavramışlar mıdır? Ya da bu gerilimin, kendi seçmen tabanları da dahil, Avrupa nimetlerini kaybetme korkusuyla, umduklarının tam tersi bir etki yaratacağını hesaplayabilirler mi?

Güzel espri ama, diplomaside Gorucho Marx’ın söylediği, “beni bile üyeliğe kabul eden bir kulübe asla üye olmam” cümlesi çalışmaz. Diplomasi, demir yumrukların kadife eldivenlerle saklandığı bir centilmenler kulübü, bir zarafet oyunudur. Ve isteseniz de istemeseniz de, monşer diyerek küçümsemeye çalışsanız da, özel bir dili olan, özel gelenekleri olan, çok saygın ve özel bir meslektir.
Dilerim, bu dönem çabuk bitsin, ve ülkemiz eski saygınlığına yine kavuşsun.